20 Temmuz 2017 Perşembe

Truvalı Memnon





III.Amenhotep ya da "Memnon Anıtı" (Colossi of Memnon)
Yeni Krallığın mezarlığı (Yukarı Mısır), Nil'in batısındaki Theban Nekropolü,
Luksor (Thebes)'un karşısında.





Yeni Krallık dönemi 18. Hanedan ile başlar. 


Mısır'a MÖ.17.yy'da gelip hüküm süren "Asyalı" Hiksosların (Hurriler+Kassitiler) idaresine son veren, Tutankhamun'un da dahil olduğu hanedanlıktır. (Mısır'daki Atlı Kurganlar da Hiksoslar döneminde görülür.) Bu devasa boyuttaki ikiz heykeller 4.Thutmose'ın oğlu III.Amenhotep (9.Firavun, yönetim dönemi: MÖ 1386-1349) için MÖ.1350'lerde yapılmıştır.



Priam'ın yeğeni olan Memnon Truva savaşında öldürülünce, annesi Şafak Tanrıçası Eos acısına dayanamaz ve çığlık atar, Çığlık attığı yer Theban Nekropolü'nün olduğu yerdir ve bu sebeple "Memnon Anıtı" olarak ta anılır. MÖ 27'deki deprem ile bazı yerleri çatlamış ve parçalanmıştır. Gündoğumunda çıkardığı sesler antik dönem yazarlar tarafından kaydedilmiş ve Şafak Tanrıçası Eos'un çığlığına atfedilmiştir. Strabo ise MÖ.20'lerdeki ziyaretinde bu sesleri duyduğunu, yerel halk tarafından patlama sesine benzetildiğini, ama taşlardan gelmediğine inandığını belirtmektedir.


" ... Memnonium. Burada iki colossi (devasa heykel-SB) var, birbirlerine yakın olup tek bir taştan yapılmıştır; biri korunmuş, ancak diğerinin koltuktan yukarı olan parçaları üstüste duruyor, depremde meydana geldiği söyleniyor. Her gün bir kez hafif bir patlama gibi, tahtta kalan parçası ve tabanından bir gürültü çıkardığına inanılıyor. Aelius Gallus ile birlikte, kalabalık iştirakçiler, dostlar ve de askerlerle burada bulunduğum günlerde, bu gürültüyü günün ilk saatlerinde duydum. Ama heykellerden mi yoksa tabandan mı geldiğini, ya da özellikle yakınında ayakta bulunan adamların biri tarafından yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. Olayın belirsizliği nedeniyle olumlu bir tavır koyamıyorum. Seslerin taşlar tarafından çıkarılmış olması dışında, her şeye inanabileceğime ikna oldum. Memnonium dışında, mağaralarda taş kesilmiş kralların yaklaşık 40 mezarı var. Muhteşem yapılar ve görmeye değer. Mezarların arasındaki bazı dikilitaşlarda, o dönem kralların zenginliğini; ve İskitler, Bactrianlar, Hintliler ve de bugünkü İonia kadar genişlemiş hakimiyetlerini; ve aldıkları haraçların miktarını, sahip oldukları ordunun büyüklüğünü ve yaklaşık bir milyon insanı gösteren yazıtlar var." (SB.Strabon-17:46)



" ...söyledikleri gibi, Mısırlılar Memnon'a "İmandes" diyor. Labirent de bir Memnonium olabilir, hem Abydus'taki Memnonia hem de Thebes'teki aynı adamın çalışması, çünkü söylenene göre Thebes'te de bazı Memnonialar var." (SB.Strabon-17:42)


Strabo, Menelaus'un Truvalı savaş esirlerini Mısır'a getirdiğini ve buraya yerleştiklerini belirtir:


"Piramitlerin yapıldığı taşların ocağı yakınında, ki piramitlerin bölgesinde, Arabistan'daki nehrin uzak tarafında "Troya" adı verilen kayalıklı bir dağ var, ve onun dibinde de mağaralar. Her ikisine de yakın bir köy ve "Troya" denilen bir nehir ; esir Troyalılar için eski bir yerleşim yeri, Menelaus'a eşlik edenlerdi, ama burada kaldılar." (SB.Strabon-17:34)


Ayrıca, Strabon'a göre Memnon'un mezarı Truva'dadır.

"yaklaşık...Aesepus* Nehri'nin çıkış noktasının 1 stadia yukarısında bir tepe var, Tithonus'un oğlu Memnon'un mezarı olarak gösterilir ve yakınında Memnon köyü vardır." (SB.Strabon-13:1.11)

[Aisopos (Aesepus) nehrinin denize döküldüğü yerin...stadia aşağısında, yanından Memnon'un kasabası bulunan ve Tithonos oğlu Memnon'un mezarı olarak gösterilen bir tepe vardır." (13:11 Adnan Pekman çevirisi)]



* Aesepus nehri, bugün Karamenderes denilen Scamander (Saka Türklerinden kalma) nehrinin bir koludur. Truva kökenli Telean savaşçılarının yaşadığı yerdir. Ida Dağı'nın eteklerinde Truva'nın güneydoğusudunda kalır. [syf 673: Ancient Greek Beliefs]



Mısır'dan gelen Priam'ın yeğeni Memnon ile Mısır'a yerleşen esir Truvalılar... Birileri Mısır'da Türkler mi var demişti?.. ;)


SB.





AVAR(İS) - HYKSOS - ATLI KURGAN

..." In the century that followed the destruction of the Buhen fort there is no evidece of Horses. The violent disordes of that period may have prevented the development of a local cavalry, an expensive undertaking that only a strong political power could achieve. The HYKSOS, as told, left no documents on the horse, but an Egyptian text from about 1550 BC tells that the HYKSOS and the kings of the now emerging 18th Dynasty alike had come into possession of a chariotry. An inscription on a clay tablet relates that Aahmes, commander of the Pharaoh Amosis I (1570-1545) besieged the invaders in their stronghold at Avaris in the Nile delta with his chariotry and drove them out; the latter in turn escaped on their own chariots. It seems thus that HYKSOS and Egyptians had edeveloped their cavalries independently from one another, and that Barbarians were only able to use it in their flight.

Egytians did not usually practice the entombement of horses and horse burials are exveptional. A horse skeleton was found in a cemetery of the 18th Dynasty at Soleb (1580-1530); it belongs to an animal of comparatively small size, 13,2 hands, and somewhat stocky i nbuild. Another horse skeleton was recovered from Thebes; it was buried near the tomb of the Sen Mut, the favourite of Queen Hatshepsut (1430-1400) and wore a saddle cloth, which implies that it was used for riding...

Augusto Azzaroli
An Early History of Horsemanship, 1985






Mısır - 18.Hanedan Dönemi - MÖ.1400-1300 - Tengri Damgalı kapak için "MISIR'IN İLK SAKİNLERİ; TÜRKLER"





Genocide by Harry Scott Gibbons




CLEARLY THAT GREECE AND THE GREEK CYPRIOTS 
INTENDED TO WIPE OUT THE TURKISH CYPRIOTS






GENOCIDE by HARRY SCOTT GIBBONS*


For several years following the publication of my book, The Genocide Files, I have been repeatedly asked for my opinion on how the Cyprus problem can be solved, meaning: ‘What was the future of Northern Cyprus?’

Until now, I have always answered along these lines:

The Cyprus problem was solved in July 1974, when the Turkish Armed Forces intervened in the vicious civil war that followed a covert Greek invasion and an Athens inspired and led coup that deposed the president. This intervention - which was legal under the terms of the Treaty of Guarantee, which is firmly embedded in the Cyprus Constitution - brought the civil war to an end, overturned the coup and thus forestalled enosis (union with Greece), which the coup leaders later said they intended to declare and which was another act specifically forbidden under the Constitution.

I have then been asked why, after the separation of the two races led in 1983 to the establishment of the Turkish Republic of Northern Cyprus, no country except Turkey recognised the validity of the new country. I have always replied that it would be only a matter of time. There was, I said, a de facto recognition; Northern Cyprus was a reality, not simply a dream like enosis was for the Greeks.

It had a democratically elected president, government and parliament and there had been no ‘inter-communal fighting’, as the Greeks always described their attacks on the Turks, since the 1974 intervention. And one day, I said, the de jure recognition would surely come without the need for any drastic change in the workings of this independent, quiet and peaceful little country.

But recent events have made me amend this viewpoint. I do believe now that Turkey and Northern Cyprus must bring about some drastic change or changes if this Turkish safe haven is to survive. But I must go into the past to show how I have altered my view. A side effect of the intervention was to allow the return to power of the legally elected president, Archbishop Makarios. I do not believe the archbishop ever thanked Turkey for this munificence, instead demanding till the day of his death the expulsion of the Turkish Cypriots from the safe haven the intervention had given them, perhaps extending the maxim, ‘Beware of Greeks bearing gifts’ to ‘Beware also of bestowing gifts on Greeks’.

The intervention gave Turkish Cypriots the northern third of the island and an exchange of populations, that the Greek Cypriots agreed to, confirmed the acceptance of the existence of two distinct entities - each inhabited by its own race and each with its own religion and language. It was a de facto ethnic safe haven for the Turks of Cyprus.

But hardly had the ink dried on this agreement - signed on the Greek side by the present President of Greek Cyprus, Glafcos Clerides - than the Greek Cypriots showed once again that they will not abide by any agreement that does not suit their plans for their own future.

When Makarios, the spearhead of the terrorist organisation EOKA, which had for years murdered Britons, Turks and Greeks alike in its ambition to end Britain’s colonial occupation and unite the island with Greece, signed up to a constitution for the establishment of a new Cyprus republic, he agreed to give up for ever his single-minded quest for enosis.

But, as soon as the republic was born in 1960, the Greeks began calling for the constitution’s amendment, with the specific purpose of declaring the forbidden enosis. Unfortunately for this plan, the Turkish Cypriots had been given specific safeguards that would ensure their equality with the Greeks and remove all physical threats to their survival (threats which enosis would certainly impose). Among these safeguards was the power of the veto invested in the Turks. Therefore, in Greek eyes, the Constitution simply had to go.

During the night of 20-21 December 1963, the Greeks launched a series of attacks on Turks throughout the Nicosia area. The combined forces of uniformed Greek Cypriot police and civilian EOKA gunmen began systematically to murder Turks and arrest and disarm Turkish policemen. At the same time, the Greek Cypriots took complete control of the Cyprus government information organisation and announced that the ‘legal’ authorities were putting down a Turkish uprising.

Within days, Turkish civil servants throughout the island had been ousted from their positions and Greeks now ran the entire governmental administration. Armed EOKA thugs physically prevented the vice-president, a Turk, Dr Fazõl Küçük, from entering his office. But, at ground level, the Greek actions seemed so haphazard that although it quickly became obvious the attack on the Turks was premeditated, the extent of the planning was not fully discovered until April 1966, when a Greek Cypriot newspaper, Patris, gave details of what has become known as the Akritas Plan. This was the first exercise in ethnic cleansing - racial extermination or genocide, as I prefer to call it - the Makarios government undertook.

The object of this ethnic cleansing, as the Akritas Plan explained, was to prepare for the amendment of the Constitution in such a way as to allow the government to legally - in its eyes at least - unite the island with Greece, the Greek Cypriot ‘Motherland’. In the plan, there were details given on how to provoke the Turks into taking up arms against the government so that the ‘legal’ forces of the state could be empowered to crush what would be called a Turkish revolt, expel all Turks from the police and every other government institution, seal off the Turkish population in enclaves throughout the island, and pronounce a fait accompli before Christmas 1963. The Akritas Plan envisaged that the Western world would be too preoccupied with Christmas festivities to interfere in time to prevent enosis. Further, not only would the speed of events take Turkey by surprise, but Turkey would also be unable to call a meeting of the two other Guarantor Powers, Britain and Greece, who together were pledged to keep Cyprus independent, in time to prevent the island’s union with Greece. 

Patris claimed that Makarios had personally organised the entire scheme and had made the military preparations himself. The paper wrote, “Makarios entrusted Yorgadjis [Polycarpos Yorgadjis, former EOKA gunman and now Minister of the Interior] who took the code name of Akritas, with the task of establishing the organisation. The Minister of Labour, Tassos Papadopoulos, was appointed deputy chief of the organisation, and Glafcos Clerides [then Speaker of the 50-member Cyprus parliament] became the Chief of Operations.” Clerides is now, of course, President of the Greek South Cyprus and recognised by the world as the president of the whole island.

What became known as the Christmas War or, in the Turkish version, Bloody Christmas, was actually the Akritas Plan for genocide. There was bloody slaughter of the Turks and the Greeks also paid a terrible penalty in deaths and injuries when the Turkish fighters hit back, but the Greeks’ aim, enosis, was not realised.

I believe I had a part in wrecking this plan. I was based in Cyprus at that time as the Middle East correspondent of the London Daily Express and had arrived back from an assignment in Africa the day before the shooting began. In fact, I was having dinner in a Nicosia restaurant and heard the first shots ring out.

I sent a report on this to my newspaper and gave more details the following day. The result was that the foreign press poured in, swamping the cable office and telephone lines with reports of Greek atrocities. The success of the Akritas Plan was based on suffocating all Turkish protest and keeping the operation as secret as possible while enosis was arranged. Now the whole world knew what was going on and, while the fierce fighting continued, the element of surprise had been lost. Christmas came and went, by which time the three Guarantor Powers had become involved, as had the United Nations, and enosis was not achieved.

But, as I said, the Akritas Plan for Genocide, was not known for years. In the interval, the now famous Green Line was drawn across the capital city, Nicosia, to protect the Turkish quarter, a United Nations peace force arrived, Makarios received a slap on the wrist and was told to behave himself and the world’s press left. I was sent to Istanbul for a year, after which I quit newspaper work for a time to write a book on the ongoing war in the Yemen.

The bloodshed continued on the island for 11 years after that Christmas, but the world had now lost interest. Those 11 years were hell on earth for the Turkish Cypriots, starved, hounded from pillar to post by the now all-Greek authorities, and pursued by the emergent Greek Cypriot National Guard led by mainland Greek officers. And, where they had owned 35 percent of the land, mostly the best agricultural acreage, they were now squeezed into three percent of it, spread across the island in tiny enclaves.

The Greeks of Cyprus had attempted genocide against their fellow citizens, the Turks, and had failed. 11 years later, they tried again.

The Cyprus Turks were still in bondage, deprived of their human rights, surviving on handouts from the Turkish government, their lives with no apparent future. Makarios, meanwhile, had quarrelled with the Greek generals’ new junta, which had replaced the Colonels’ junta that had ruled Greece from 1967 to 1973. The result of this was that, while Makarios, Clerides, et al. were preparing the second, definitive, Final Solution of the Turkish Problem, namely another genocide offensive, the Athens junta led by General Dimitrios Ioannides was preparing to solve its Makarios Problem.

The second genocide attempt, as it was later revealed, was due to begin some time after 10 July 1974, the actual date not specified. Athens was totally involved in this plan as documents captured later were to prove, but the contentious attitude of Makarios apparently made them decide to take over and execute it themselves. The result, as I wrote in my book, was in Makarios and General Ioannides seeking to best each other in deviousness, ending with a plot, not from within, but hastily slammed on top of another plot, a Byzantine cocktail with a squeeze of Machiavelli, a recipe for a brutal, gory debacle.
On 15 July 1974, the Greek Cypriot National Guard and an army of Greek mainland troops, who had been smuggled in without the knowledge of Makarios, staged a successful coup in Nicosia. Blowing up the presidential palace outside the city walls, the death of Makarios was announced and a new president, the EOKA killer, Nicos Sampson, a long-time friend of General Ioannides, was installed. Sampson immediately attempted to allay any fears the Cyprus Turks may have (with good reason) been entertaining, promising they would be unharmed. I wondered about this at the time, unaware that the plan for their extermination was based, like the 1963 version, on secrecy.

But, Makarios had not died in his palace. He escaped unscathed, managed to make a radio broadcast calling on his supporters to oust his usurpers and the civil war began. Not only had the military coup breached the Constitution, but all over the country Greeks were killing Greeks, and the slaughter begun to include innocent Turkish families fleeing to safety.

After five days, during which some 2000 uniformed and civilian Greeks died, the Turkish armed forces intervened. The landings and their success have been fully recorded elsewhere - including in my book - but here I want to expose the true facts of the second act of genocide.

With the Turkish army on the north of the island was a Greek-speaking liaison officer, Turkish Cypriot fighter Erol Fehim. As his unit moved west of Kyrenia, they came across several hastily abandoned Greek army camps. In the camps they found documents, signed and stamped by the military, giving complete instructions for the obliteration of the Turkish Cypriot population. When Erol Fehim read them, he found he was holding in his hands a plan code named Iphestos [Volcano] 1974.


THESE WERE THE GENOCIDE FILES.

Erol Fehim has translated some of them for me, and I found them horrifying. They detail the enclaves and villages to be ‘cleansed’. Even the sleepy little village of Templos, now Zeytinlik, where, in the sanctuary of Ottoman House, I wrote the Genocide Files and studied these documents, was to be wiped out.

Every detail of the extermination plans is revealed, the villages to be wiped out with their inhabitants, the units assigned to specific areas and tasks, and even where to bury the Turkish corpses, it is all there. It is frightening reading, and perhaps the most frightening thing of all is the revelation that the Greek Cypriot civilian population was to be organised and brainwashed into joining in the slaughter.

The Genocide Files that I have had translated are only a small part of the mass of instructions sent out to the Greek Cypriot National Guard during the months leading up to the Greek coup d’état. But, these particular ones deal with the area where they were captured, from Kyrenia, north of Nicosia, to Morphou Bay, in the north-west of the island.

After reading them, it becomes apparent that Greek Cypriot assertions that the coup had nothing to do with the Turkish Cypriots were ludicrous. In view of the FACT that these files show CLEARLY THAT GREECE AND THE GREEK CYPRIOTS INTENDED TO WIPE OUT THE TURKISH CYPRIOTS, their protestations - kept up to this day - that no harm was intended to the Turks must be one of the most monstrous, pitiless, callous, cynical lies I have ever come across.

Only in the Serb-Bosnia conflict 20 years later is there a comparison. When Serb shells were fired deliberately into crowded Moslem market places and other busy centres, even a cemetery where a funeral was taking place, blowing innocent civilians to pieces, the Serb propaganda machine immediately claimed the Bosnian Moslems had fired the shots, murdering their own people to gain sympathy from the rest of the world!

How do humans become like this? Was God looking the other way when these people were created?

Those involved, or to be involved, in the extermination plans are detailed in the document with the File number 216/5/296, dated 7 March 1974. It was issued by the National Guard’s 3rd High Military Tactical Command in Nicosia and signed by its commander, Mikhael Georgitses.

The plans stated clearly that the Greek Cypriot population was to be “organised” to assist the Greek Cypriot National Guard in “cleansing” designated villages of their Turkish inhabitants. Greek women and children were to be kept in their homes, but should they decide to flee any consequent fighting, the Greek Cypriot Ministries of Interior, Defence and Labour were made responsible for providing shelter, food and other necessities for them. The Ministry of Health was to take care of their physical well being.


So the ENTIRE GREEK CYPRIOT POPULATION WAS TO BE MOBILISED TO TAKE PART IN GENOCIDE, THE MURDER OF TURKS, THEIR FELLOW CITIZENS FOR OVER 400 YEARS, THROUGHOUT THE WHOLE ISLAND.


Iphestos 1974 was described as an Internal Security (SEA) operation. It was not being done in the guise of warding off an attack by Turkey. In fact, Turkey was not mentioned. This was to be purely an internal affair, the business of no outside party, something between Cypriots alone. The Greek Cypriots would kill; the Turkish Cypriots would die. As simple as that.
Commander Haralambos Hios of the National Guard had sent his orders to the following units: the 256th and 276th Infantry Battalions, the 222nd, 261st, 306th, 316th, 321st, 366th and 391st Reserve Battalions, the 183rd Field Artillery Battalion, the 173rd and 190th Anti-tank Artillery Battalions, the 47th Communications Company and other reserve forces.

These in turn passed on their instructions to the units under their command, giving the names of the Turkish areas to be ‘cleansed’.

A typical example is the instruction, File No. 210/11/61, sent out on 12 June 1974 by the 256th Infantry Battalion from its headquarters at Dhiorios (now Tepebaşõ) near Myrtou (Çamlõbel), some 17 miles west of Kyrenia.

The introduction to the order is more or less identical in all the other orders sent out. “The initiative to begin the operations is undertaken by the General Staff of the National Guard (GEEF) with the approval of the Cyprus Government and the Headquarters of the AED [Greek mainland Armed Forces].”

Right from the start, the genocide operation was shown to be a joint one with the military High Command in Athens. It may have been called Internal Security but it was plainly masterminded by and with a lot of help from Greece.

The entire genocide programme was to be carried out “with the approval of the Cyprus Government....”

At that time, 1974, the Cyprus government was of course, all-Greek, and was therefore illegal under the terms of the 1960 Constitution. But, illegal or not, it was the recognised government of the island. So, this government, recognised by the United Nations and the whole world, had given its approval to the ‘cleansing’ of a fifth of its people.

Under the headline ‘Mission’, the directive explained:

“Part of the mission is to prepare the Greek Cypriot population psychologically and to organise them and the police for their wider participation in the cleansing of the Turkish Cypriot enclaves and pockets, using every means available (weapons etc). These are to be used by each Company as necessary or as needed for each operation.”

The language and style are typically stilted military, but the meaning is brutally clear.

“Attack at night, silently, without using lights, as quickly as possible, for the cleansing of the Lefka [Lefke] enclave and the pockets of Ayia Irini [now Akdeniz], Kazivera [Gaziveren], Elia [Doğancõ] and Angolemi [Taşpõnar].”

These villages spread in a line from Lefke, just south of Soli, to Myrtou, covering the rich farmlands along the south and east of Morphou Bay (now Güzelyurt Bay).

Lefke, with a population of around 4,000, has been a Turkish stronghold since 1570, 200 years before the United States of America was created. It lies between Morphou Bay and the arid northern foothills of the Troodos mountains. Its citrus orchards and date palm groves have been famous for centuries. Two perennial rivers ran for centuries from the Troodos through the Lefke plain to the bay. In the past few years, however, Greek South Cyprus has interrupted much of this flow by means of dams. Nevertheless, Lefke still has enough water to be able to send supplies by truck tankers to drought-hit areas as distant as Famagusta on the east coast.

Lefke would have been a rich spoil of war after its cleansing.

And preparations were to be made immediately “to cut off the electricity supply to the Lefke area from the sub-station at Peristeronari, the responsibility of the 2nd Company of the 356th Battalion, when the plan commences.” Peristeronari (now Cengizköy) near Lefke, is not to be confused with Peristerona, a Greek town south of Morphou. Another file, 210/14/4034 dated March 31 and issued by the headquarters of the National Guard in Morphou, dealt with this town. It gave instructions to “keep under observation the pocket of Peristerona, with full preparation to participate in the cleansing of same.”

The specific units to be used to attack the various Turkish towns were named. For example, the 391st Reserve Infantry Battalion would destroy Ambelikou (Bağlõköy). Then Lefke, Kokkina (Erenköy) and Limnitis (Yeşilõrmak) were to be wiped out with artillery supporting fire. The 261st Battalion would clean up Xerovounos (Kurutepe).

Water supplies were to be cut off to Lefke by the 1st Company of the 356th, by the 2nd Company in Kazivera, Elia, Angolemi and Kalo Chorio (Çamlõköy), and by the 3rd Company in Ayia Irini.

The Turks of the Kyrenia area were not to be neglected. The File 210/12/76 was issued by the 3rd High Military Command in Kyrenia on 18 April 1974. The campaign would start, it stated, with the cleansing of Templos (Zeytinlik), at the western edge of Kyrenia, by the 251st Infantry Battalion. This force would also wipe out the Turkish quarter of Kyrenia, leaving that important north seaport entirely in Greek hands.

Then the National Guard, the police and the Greek Cypriot civilian population would move over the Kyrenia Pass to Aghirda, on the southern slopes of towering St Hilarion, on to Krini (Põnarbaşõ) and finally Photta (Dağyolu), all just west of the main Nicosia-Kyrenia road, thus isolating the fighters on Hilarion and putting the Turkish lifeline to Kyrenia at the mercy of Greek artillery and mortars.

The plans for genocide tried to leave nothing to chance. While it was mentioned in the files that it was unlikely the United Nations Peace Force would intervene - it was a pretty safe assumption, the UN soldiers having kept as much as possible out of the way of the Greeks for years - the plans called for UN uniforms to be used to fool their intended Turkish victims.
Under ‘Instructions for Co-ordination’, the 18 April File directed:

“The 2nd and 3rd Bureaux [Intelligence and Operations] of Tactical Group Command should prepare themselves for the implementation of this plan in order to carry out activities such as wearing [UN] Peace Force uniforms and vehicles, cutting off water supplies, electricity and telephone lines...”

In 1964, when the UN Peace Force was established, EOKA gunmen used crude replicas of UN equipment, painting their helmets blue and wearing blue armbands to penetrate Turkish areas.

The 7 March File also described how Turkish bodies “would be buried in the vicinity of Turkish Cypriot graveyards.” I can only speculate that this would be done to somehow give the impression that they had died natural deaths and their burials had nothing to do with genocide.

A great amount of planning had gone into preparing the Greek Cypriot civilian population to take part in the massacres. The 31 March File from Morphou demanded: “people and organisations should be psychologically prepared in order to ensure their participation in the struggle and operations of cleansing the Turkish regions.”

This brainwashing was assigned to the 1st (Personnel), 2nd and 3rd Bureaux of the Tactical Group Command. Then each military unit was expected to prepare the civilians in its own area to “co-operate fully” with the armed forces.

Apparently, Greek Cypriots were deemed incapable of civilian psychological preparation and organisation on such a large scale, and these duties were given to the officers of the Greek army contingent and the Greek officers in the National Guard. From the Files, it appears that every National Guard unit was by this time under the command of a mainland Greek or had at least one or more mainland Greek officers with it.

The 12 June File from Dhiorios decreed that prior notice of attack was to be given to civilians and “necessary contacts” established. The population would then, alongside the military and police forces, cleanse the Turkish villages.

While this was going on, plans were also made to supply the National Guard, if necessary, by air. As the Guard had no airborne supply facilities, I am assuming the Greek Air Force would have carried this out.

Attached to the 7 March 1974 File was a map of Cyprus to the scale of 1:100,000 and maps to the scale of 1:50,000 for both Turkish and Greek sectors of Nicosia, Lapithos (now Lapta) and Ayia Irini. Maps were also issued for two other areas. One was for Paleometokho, a largish town just west of Nicosia airport, the other for Lefkonikon (Geçitkale), a town in the centre of a group of Turkish villages in the Mesarya plain between Nicosia and Famagusta Bay.

And although I have no captured files or maps covering the rest of the country, later events prove that it was the intention to cleanse the whole island of Turks, and I am forced to conclude that Genocide Files were prepared and issued for all Cyprus.
Paratroopers, presumably to be part of any airdrop, had been secretly trained in Greece. Genocide File 330/7/25507 - dated 13 February 1974 and issued in Nicosia under the signature of Constantinos Kombokis, commander of the Cyprus Commando Forces, to the 31st, 32nd and 33rd Commando Units - gave the names of the first officers selected.

The training in Greece of officers to command units had also taken place. File 330/110/43287, dated 7 August 1973, named the Greek Cypriot officers to attend the Halkidos Infantry School in Greece.

The three-month course was from 10 September to 15 December 1973. The chosen men sailed from Limassol on the A/B Kipros at 16:00 hours on 5 September. They wore civilian clothes. They were also issued with identity cards with their photos in civilian clothes.

There were 33 names on the list, given under the signature of National Guard staff officer Pavlos Papadakis. One name had been crossed out. Commando training also took place in Cyprus.

Revised orders kept pouring out, perhaps because of the changing political situation. Then Commander Haralambos Hios began making his final preparations and advising the units under his command.

On 31 May 1974, File 210/75/3057 made certain alterations in the genocide plans and Hios told his units to complete their preparations by June 10.

On 3 July, Hios sent out what was apparently his last order before the onslaught was to commence. In File 210/109/2176, he gave the final changes in this ‘Top Secret’ order.

“The units will work out the necessary modifications in the plans concerning their own sections of the operations and return them to me by July 10, 1974.”

So, it appeared that the plans in the Genocide Files would be put into operation some time after 10 July. What had been tried unsuccessfully in 1963, 1964 and 1967 would be attempted once more.

But this time it would be different. This was not to be the haphazard killing spree of the Akritas Plan, with so much study given to thwarting foreign criticism, masterminded by the unholy trinity of Makarios, Yorgadjis and Clerides, with armed civilians charging this way, that way and every which way, a massacre here, a slaughter there.

This time it was the Iphestos 1974 plan. It had been carefully plotted, meticulously worked out, with the sort of care that had gone into the Normandy landings in 1944, if you like. The moon landings, even. There were plans, hundreds of plans, and thousands of typewritten pages and maps, gone over and corrected, and altered and changed. Every command headquarters, every unit, every man knew exactly what to do.

And there would be no need to worry about foreign opinion, for it would be over swiftly, with a speed that would catch the world unawares. It would be all over before Turkey could get an invasion fleet on the move.

This time the army would be in charge, the National Guard with its mainland Greek officers and the mainland Greek contingent. And hundreds more Greek officers clandestinely flown in to urge on the great mob of civilians and police who would help in the 1974 Cyprus Rites of Genocide. And it would all be run from Athens, the capital of the Mother Country, Greece. This was the brainchild of General Dimitrios Ioannides, the strongman, who needed the conquest of Cyprus to consolidate his rule, to be hailed by his disenchanted people as the man who gave Greece the first stepping stone to a new Hellenic Empire.

For Cyprus, it would be the Final Solution.

But it was not to be. Greece and the Greeks were to be denied their twin ambitions - the annihilation of the Cyprus Turks and enosis. For, despite the furious protests of Britain, the United States and, of course Greece, in the five days of civil war on the island, Turkey managed the incredible feat of planning, organising and carrying out the successful sea and air landings that gave the persecuted Turks their own country.

It should have been the Turkish version of the Final Solution. But the new factor of the European Union and its expansionist aggression frightens me. The way I see it now is that the Greek Cypriots and their Greek mainland allies - or masters, perhaps - having failed twice to remove the Turks from Cyprus, see the Union as a way to succeed with genocide by stealth.

The Union will allow the whole island of Cyprus, before the north and south situation is solved, into the Union with assurances to Turkey that she will follow as soon as possible - but no signed guarantee, of course. Once inside the union and with Turkey still outside, the Europeans can demand the withdrawal of the Turkish forces from the island on the grounds that it is now an alien force inside the Union, invaders no less, and must go.

As soon as that happens, we know - from the experiences of the past - just what will happen to the Turks of the Turkish Republic of North Cyprus. The Greeks will take homes and land whether or not they were ever Greek-owned, the Turks will become officially a minority, as promised by the Greeks, and settled in “social housing”, as promised by Glafcos Clerides himself. And that will be the beginning of the end for the Turks. And there will be shots fired, make no mistake about that, and there will be killings, just as there have been ever since the Greeks have wanted the Turks out of Cyprus. Few would ever reach the Promised Land of social housing, the Arbeit Macht Frei of the Third Reich that sent millions of Jews to death, and the bulldozers may once again be sealing ubiquitous mass graves that are the mark of the Greek Cypriot.

This scenario may never happen, but I fear it could because the protection of Turkey will cease if there is a unilateral entry to the EU by Cyprus. President Rauf Denktaş points out that Glafcos Clerides stated this when he declared, “When we enter the EU, Turkey’s guarantor status will cease to exist.”

And, says President Denktaş, “He is speaking the truth. Once EU membership is accomplished, whatever we have discussed with the Greeks so far - bi-zonality, communality, restrictions of freedoms of travel, settlement and owning property - will all contradict EU laws.”

Therefore, another solution to bear in mind is some kind of federation with Turkey, should it be necessary to beat the European Union to the punch. Britain already has this kind of federation with Northern Ireland. The United Kingdom is composed of Great Britain (itself composed of Scotland, England and Wales) and Northern Ireland. There is a sea between Great Britain and Northern Ireland. There is one between Turkey and North Cyprus. Northern Ireland is the north part of the island called Ireland. North Cyprus is the north part of the island of Cyprus.

The whole could be called the UR - the United Republic of Turkey and North Cyprus. Perhaps even the United Republics of Turkey, North Cyprus and other Turkic states that have emerged since the end of the Cold War. But if the whole of Cyprus enters the European Union without the simultaneous entry of Turkey, I feel sure enosis will swiftly take place, and Turkey will be surrounded by Greek sovereign territory. And that is a scenario for war.

The Turks of Cyprus may find themselves all too soon in a dilemma - unite with Greece and become a despised and persecuted minority or unite with Turkey and remain free.


Harry Scott Gibbons, 2001
* Harry Scott Gibbons is a journalist. He served in the Middle East, Cyprus, Turkey, Greece and the United States and is the author of the book The Genocide Files, published by Charles Bravos, London, 1997.
PERCEPTIONS, JOURNAL OF INTERNATIONAL AFFAIRS,September - November 2001 Vol. VI Num. 3



* * *



THE GENOCIDE FILES by  H.SCOTT GIBBONS, 1997

WHAT DOES CHRISTMAS MEAN TO YOU , A TIME OF GOODWILL TO ALL MEN, A TIME TO SPEND 
WITH YOUR FAMILY AND A JOYFULL TIME FOR ALL CHILDREN THIS IS WHAT CHRISTMAS MEANT TO ME . 
UNTILL CHRISTMAS 1963 IN CYPRUS. 


"GENOCIDE FILES" 

On Christmas Eve, 1963, there were 120 Turks living in the mixed hamlet of Ayios Vasiliosstraddling the road between Nicosia and Myrtou in the Northwest. Some time that evening, cars and trucks drove into the village From the direction of Nicosia. Armed men poured out of the Vehicles. They had a brief discussion at the coffee shop at one end Of the village, then they moved purposefully towards the Turkish Quarter. Shots rang out, rifle butts smashed against locked doors, people Were dragged into the streets.

A 70-yr-old Turk was awakened by the sounds of his front door Splintering. Tottering out of his bedroom, he found several young Armed men inside the house. "Have you any children," they asked. Bewildered, he replied, "Yes." "Send them outside," he was ordered. His two sons, 19 and 17 years old, and his granddaughter, aged 10 hastily dressed and followed the gunmen outside. 

They were lined up outside the cottage wall. The gunmen, Without another word, coolly machine-gunned them to death. In another house, a 13-yr-old boy had his hands tied behind his Knees and was thrown on the floor. While the house was being Ransacked, his captors kicked and abused him. Then a pistol was Placed at the back of his head and he was shot. 

Altogether, 12 Turks were massacred that evening in Ayios Vasilios. The others were rounded up and kicked and punched along the Highway to Skylloura, a few miles further in the direction of Myrtou, to seek refuge with Turks there. In night attire and bare Feet, they stumbled along in the cold, the Greeks shooting after Them in the darkness. Then the gunmen turned their attention to the Turkish houses. They looted and destroyed and finally, exhausted, they set the Houses on fire. 

The Greek inhabitants of the village, roused by the Noise, stood watching the orgy of destruction. 

None protested. After the gunmen had gone, they rushed to the Turkish houses And began to loot the remaining possessions of their neighbours Before the flames took too firm a hold. In isolated farmhouses in the same region, nine more Turks Were murdered. 

When the Turks of Skylloura saw the flames of Ayios Vasilios, They sent their women and children across the fields to Phota and Krini in the north. As the Vasilios refugees arrived, they too were taken north. By Midnight, Skylloura was also evacuated. Left behind were the Turkish houses, their possessions and their Greek neighbours. The Long, ragged lines plodded wearily north, seeking safety, sanctuary, Respite from this terrifying savagery that had descended on them, Stumbling along in the darkness of the cruel, cold, Christmas morn. 

At the same time, over 150 armed Greeks descended on the Turkish Suburb of Kumsal, Northwest of the Nicosia walls near the Turkish village of Ortakoy which straddled the road to Kyrenia. That evening, Hasan Yusuf Gudum, an elderly Turkish Landlord was visiting one of his clients in Kumsal.With him was his wife, Ferideh, his neighbour Mrs. Ayshe Mora with her one-year-old daughter, Ishin, and her married sister, Novber. 

They were paying a call on the family of Major Nihat Ilhan, the Chief medical officer with the mainland Turkish army contingent. The major was on duty that "night with his unit. His wife, Muruvvet, was with their three children, Murat, Kutsi and Hakan, aged seven Four and six months. The nine were having supper in the dining room when one of the Greek private armies, augmented by workers from the Severis flour Mill whom had - willingly or under coercion - joined their ranks, Crossed the dry Pedieos riverbed. The conversation around the dining table cut off abruptly when Bullets began to spatter the outside walls, sounding like heavy rain. 

The group rose hurriedly, the women dragging the children and Gudum ushered them to the back part of the house.They all, four women", four children and Bathroom and closed the door. The landlord's wife suddenly Changed her mind, left the Bathroom and went into the separate toilet where she locked herself. 

Mrs. Ilhan, the major's wife, stepped into the bath, and holding Her baby stood facing the door, her other two children clinging onto her legs. 

The two other Woman and Cudum crawled terrified into the Corners beside the door. Mrs. Ayshe Mora held her baby close. There was a crash as the front door burst open and a continuous roar as machine-gun bullets Spewed through the house. Footsteps came to the locked bathroom, an unknown hand Impatiently rattled the knob, and a voice called in Greek, ` "How would you like Enosis" 

Then a hail of bullets tore through the wood and Mrs. llhall and Her children, caught directly in its path, were lifted off their feet and Dumped on to the bottom of the bath. The killers smashed the door lock and jumped inside. One of The major's children moaned and was scolded into permanent Silence by a short peremptory burst. Then the raiders saw the others Huddled on the floor. 

They played their guns on them like impatient Children forced to water the garden flowers. The three Turks were All wounded some seriously. A bullet struck the foot of the baby Ishin. The locked door of the toilet drew the gunmen's attention to The landlord's wife. The door was beaten in by machine-gun butts And the woman was dragged out whimpering. A pistol was placed To her head, one shot was fired, and she slumped to the floor, dead. 

The killers whooping and jeering, charged through the house, Machine-gunning cupboards, smashing furniture, slipping and Sliding on the dark red blood that crept out of the bathroom. lshin Mora, the baby, survived, and after several operations her Foot was saved. Today, aged 35, lshin is married with a young son. She owns the supermarket Can (pronounced Jan) Kan on Shakespeare Avenue in Nicosia. Her limp reminds her of the Atrocity she was too young to understand. 

Ozer Jambaz was one of the Fighters who went with the retreat Through the Greek quarter. "As the long column straggled past, he told me, "the Greeks Went up to their lofts and removed some of the red roof tiles, not Enough for themselves to be seen, Just enough to stick a gun Through. And then they began shooting down on those defenceless People. We had no ammunition and had to take the punishment. 

For the Greeks, it was like shooting fish in a barrel. They were our Neighbours, the same ones who say today that they had always Lived peacefully with us. They were bastards, absolute bastards! There were many injured. But it could have been worse. We could All have died. "If Sampson and his army had had the courage to attack us - as He alleged he did in his memoirs - he could have killed the 5,000 of us. We were completely defenceless by this time. We would have been at their mercy and we were finding out , through those neighbours of ours that the Greeks had no mercy". 

Ever since Sandys had literally forced the Greeks to return the Turkish hostages from Kykkos school, lrene Checkley of the St John's Ambulance Corps and the International Red Cross Representatives on the island had been touring the country armed With a list of missing Turks. Among them were the names of the 21 Patients who had vanished from Nicosia Central Hospital Eventually, they received information that the patients had died And had been burried in the little cemetery at Ayios Vasilios 
On Monday morning, a group of Turks with spades were escorted by British paratroopers to the graveyard the foreign Press Watched as the digging commenced. 

The first spot chosen unearthed, only a few feet down, the first Bodies. Three men had been thrown on top of each other. 
The digging continued A family was unearthed, a boy with his Hands still tied behind his knees, a little girl. They were all fully clothed, one an old man with the black Baggy trousers and high boots of the Cypriot peasant. 

From the coffee shop at the Greek end of the village, only a few Hundred Yards away came a young Greek on a motor scooter. The Troops stood aside to let him pass through A few minutes later he Returned, stopped and, gazing at the scene with some interest, Calmly. Started to light cigarette. A paratroop sergeant spotted him and yelled. "Get him out of Here!" A soldier sprang forward Gave one unmistakable motion With his thumb, and the Greek roared back to the village. 

I got into my Rover and followed . At the coffee shop sat over a dozen young Greeks. The scooter man was regaling them with what He had seen. I walked into the shop. Ordered coffee and returned To sit at a table among the customers I was feeling rather Belligerent. A few minutes later, a Greek police superintendent stood in the road, looking first along at the graveyard and then at Me. 

I went over to him and introduced myself he spoke excellent English I said. "You used to have a lot of Turks living here," I said What happened to them?" The superintendent turned a trifle grey. "They left" he said. "Where did they go?" "We tried to stop them but they insisted on leaving and going to Other villages." "There were over one hundred," 1 told him. "Twenty-one never reached the other villages. Have you any idea where they are?" 

He shook his head. "They all left." "Twenty-one of them didn't go far," I said. "Just a few hundred yards." He kept looking at me, so I pointed up the road to the huddle of Paratroopers. "They stopped up there," I said, "in the cemetery. They're dead and buried." 

He didn't answer, and I was standing there glaring at him, Willing him to say or do something that would give me an excuse to belt him one, when a few other journalists came up. They saw there was a fight brewing and one of them took my arm and took me back to my car. 1 told them what the policeman had said, and we all drove back to witness the grisly scene at the graveyard. 

There was no guesswork in deciding the corpses were from Ayios Vasilos and the neighbourhood. The Twenty one patients had been in the hospital when the shooting started. They had. Not been fully clothed. By nightfall, twenty-one bodies had been Exhumed. They were taken to the Turkish quarter of Nicosia for burial. Some were identified immediately as the former residents of Ayios Vasilios. Some were never identified, so badly were they maimed. 

How had the 21 hospital patients got mixed up with the 21 Ayios Vasilios villagers? 

That night, the Greeks issued a written statement Headed, "Turks distort the truth." It calmly insisted that the Ayios Vasilios bodies were not the villagers at all, but were in fact the Hospital patients. The statement read: "A government spokesman, referring to today's exhumation of Corpses from the Turkish cemetery at Ayios Vasilios and the Unholy exploitation of the subject by the Turkish leadership, has Stated the following: - 

During the first days of the incidents, Greece and Turkish Wounded and dead were taken not only to Greek and Turkish Private clinics, but also to the Nicosia General Hospital. Fifty-two Greek wounded and sixteen Greek dead as well as Five Turkish wounded and 21 Turkish dead were removed to the General Hospital. The hospital authorities promptly notified the Minister of Health, who is a Turk, and the Turkish Cypriot Leadership to make Arrangements for the removal of the Turkish dead. 
They replied that They would do so. The Red Cross was also informed and a list of The dead was handed to it. But as the days passed and decomposition had begun, the Hospital had no alternative but to make arrangements for the burial Of the bodies, which were interned (sic) in the Turkish cemetery at Ayios Vasilios. The .Turkish Cypriot leadership was again informed Of this. This action of the hospital authorities in seeing to the burial of The bodies ought to be appreciated as a humane gesture. Instead, the Turkish Cypriot leaders thought fit to distort the truth in an attempt To make political capital. Thus showing disrespect not only for the Truth but for their dead." 

When the Red Crass finally discovered the burial place, they Were under the impression they would find the bodies of the 21 Who had been patients when the shootings started. The statement was an attempt to account for them, so the Greeks were admitting the hospital patients were in fact dead. 

The Attempt was unsuccessful,for the world was already seeing the Photographs of the exhumation and knew from the clothes of the Victims and the filmed evidence that some had their hands tied Behind their backs that they were not hospital in-patients. 

The statement also showed there was a deep sickness in the Minds of the Greek Cypriot leadership. Every foreign Correspondent who read it was filled with disgust. The fate of those 71 in-patients was never revealed by the Greeks. But the revolting truth did come to light 25 years later. 

The British newspaper "The Guardian." quoting a hitherto Secret report from a certain "Packard". 

A naval commander based in Maltil who had been sent to Cyprus to trace missing persons, Reported: "One of Packard's first tasks was to try to find out what had happened to the Turkish hospital patients. Secret discussions took place with a Greek Minister.... 

It appeared that the Greek medical Staff had slit the Turkish patient's throats as they lay in their beds. Their bodies were loaded on to a truck and driven to a farm north of the city where they were fed into mechanical choppers and ground into the earth." This nauseating behaviour was carried out under the Akritas Plan. Its Chief of Operations was on Glafkos Clerides, code name Hiperides. At the moment of writing he is the President of Greek Cyprus. 

On January 15, the conference on Cyprus opened in London. The British were confident a solution would be worked out. The Turks Were hopeful. But Makarios threw another spanner in the works. It had been agreed after hard bargaining through Mr. Sandys That the conference would be………… attended by representatives of their Governments - Britain, Greece and Turkey and the two Cyprus Communities. 

This was the official communiqué made by the British High Commission on the departure of Mr. Sandys on January 2, 1964. Greece and Turkey were represented by their foreign ministers, Glafkos Clerides led the Greek Cypriot delegation, Denktash and Osman Orek the Turkish one. 

Then Makarios sent his foreign minister, Spyros Kyprianou, accompanied by the Attorney General, Criton Tornnrites QC, to represent the Cyprus government. During the talks, Duncan Sandys, the chairman, treated Kyprianou as the Greek Cypriot delegate, but nevertheless the constitution of the conference had been subtly adulterated and its chances of success were doomed to failure from the outset on account of this Greek Cypriot manoevre for Kyprianou had been sent sabotage the talks.


H.SCOTT GIBBONS
THE GENOCIDE FILES (book,1997)







CYPRUS,  20 JULY - 14 AUGUST 1974

IT WAS NOT AN INVASION, IT WAS A RESCUE MISSION!





10 Temmuz 2017 Pazartesi

Pontus Devleti Kimin Devletiydi?





"Selçuklu fetih ve iskan hareketlerinden asırlarca önce yöreye yerleşen Saka, Hun, Kuman/ Kıpçak, Macar, Hazar, Avar, Bulgar ve saire gibi Türk urukları bölgeyi Türkleştirmeye başlamışlardı. Bu Türk boylarının bir kısmı yurt tutmak için bölgeye geliyordu, bir kısmı da siyasi ve askeri zaruretlerden dolayı Bizans veya Gürcistan kralları tarafından özel olarak iskan ediliyordu."





PONTUS DEVLETİ KİMİN DEVLETİYDİ ?

Yunanlıların devleti değildi.


Devletin kurucusunun da, hanedanın da, halkının da, Yunanlılarla herhangi bir ilgisi yoktu. Tarihin hiçbir çağında Doğu Karadeniz Bölgesi'ne Yunan göçü olmamıştı ki, (1) Helen' in çocukları orada bir devlet kurmuş olsunlar! Tarih sahnesine M.Ö. 281 , 298, 301 yıllarında çıktığı telaffuz edilen bu devletçik Pers Genel Valisi'nin oğlu Mitridat tarafından kurulmuştur.

- Bu Pers Genel Valisi'nin oğlu Mitridat (veya Mihirdat) Yunanlı mıdır?
- Hayır, Makedonyalı İskender'in ölümünden sonra çıkan post kavgasından istifade ederek Pontus Devleti'ni kuran Mitridat İranlıdır. (2)

Devletin ahalisini de Yunanlılar değil, Halibler, Haldiler, Tibarenler, Makronlar, Mosinekler, Kolhlar, Driller, İskitler gibi (3) Anadolu'nun kadim halkları teşkil ederler. Ünlü tarihçi Faruk Sümer, bu kavimlerin hangi soydan olduklarının bilinmediğini yazıyor ve diyor ki: "Yalnız onlardan hiçbirinin Yunan asıllı olmadığı kesindir!" (4)

Biz bu net ifadeye, Genelkurmay Başkanlığı'nın verilerinde de rastlıyoruz. Genelkurmay'ın bir kaynak eserinde Pontus Devleti'nden bahsedilirken deniyor ki: "Halkı Yunanlı değildi!" (5)

Bu hüküm sadece Faruk Sümer ve Türk Genelkurmay Başkanlığt'na ait değildir. Yunanlı tarihçi Yorgos Kardatos da aynı kanıdadır. Bakın ne diyor: "Yunanlıların Pontus ile hiçbir ilgileri yoktur! Yunanlıların Pontus'la ilgileri Atinalı tüccarların gemilerle gelip, Trabzon bölgesinden çaldıkları inekleri Atina ve Mısıra götürüp satmalarından ibarettir!"

Alfred Duggan, King of Pontus adlı eserinde bu inek hırsızlığından nezaketen bahsetmez ama Pontus krallarının Yunanlılarla hiçbir ilgilerinin bulunmadığını da yazar. Tarihçilerin babası olarak kabul edilen Heredot, İran egemenliği altındaki ulusları sayarken, incelediğimiz bölgede Moşililerin, Tibaren, Makronlu, Mosinekli ve Marlıların yaşadığından bahseder, Yunanlılardan bahsetmez!

M.Ö. 63 yılında yani Pontus Devleti'nin çöktüğü yılda doğup, M.Ö. 23 yılında öldüğü bilinen ünlü coğrafyacı Strabon ve M.Ö. 900 yılında yaşadığı tahmin edilen Homer, İlyada Destanı'nda Truva Savaşları sırasında Doğu Karadeniz Bölgesi'nden Alizonların [(Alazonların-NS) Xalub - Halup - Chalub/p - Gargar - Gasga - Kaşka - Tibaren; diğer adlarıdır. SB] Truvalıların yardımına gittiğini kaydederler. Heredot ve Ksnefon, Pontus adını dahi kullanmazlar, bölgeden, orada yaşayanların adını zikretmek suretiyle bahsederler. M.S. 105 yılında doğan Makedonyalı İskender'in Asya seferini anlatan eserinden başka, bize önemli bir Karadeniz Seyahatnamesi bırakan tarihçi Arrianus'un Doğu Karadeniz halklarıyla ilgili listesinde de Yunanlılar yoktur. (6)

Fransız bilim adamı Lebeau (Löba), yukarıda zikrettiğimiz kadim Pontus ahalisinin "burayı çok eskiden beri vatan yapmış olan Turanlılar olduğunu " söylüyor. (7)

Mehmet Aşıki Menazirü'l- Avalim'de, Şemsettin Sami Kamus'ta, Diyarbakırlı Sait Paşa Mirat'ül İber'de, Süleyman Hüsnü Tarih-i Alem'de, Hüseyin Hüsamettin Amasya Tarihi'nde, Tibarenlerin, Mosineklerin, Haldilerin, Haliblerin, Makronların, Doğu Karadeniz'in eski halkları olduklarını yazarlar. Lebeau, Ksenefon'un milattan 400 yıl önce Doğu Karadeniz'de karşılaştığı Mosineklerin "tıpkı Doğu Karadeniz'in diğer kadim halkları gibi Turanlı olduğunu " belirtir!

Hüseyin Hüsamettin Efendi ile Diyarbakırlı Sait Paşa bu "Turanlı" kavramına açıklık getirerek "Mosineklerin Türk olduğunu" yazarlar! Hüseyin Hüsamettin Efendi, Doğu Karadeniz'in diğer eski halkları gibi ''Makronların da Türk olduğunu" kaydeder. Ona göre bu halka daha sonra "Çan" adı takılmış, oturdukları bölgeye "Çanika" demiştir ki, işte koca bir bölgenin adı olan Canik, bu Çanika kelimesinden bozmadır. (8)

Jakop Phillipp Falmerayer adında bir Alman tarihçi vardır. Bu tarihçi 19. yüzyılın başlarında Batılı kralların ve sarayların yardımıyla canlandırılmak istenen "Elen Dostluk Akımı" nedeniyle Danimarka'nın Kopenhag Üniversitesi tarafından açılan yarışmaya, maksada pek uygun bir eserle katılır: Trabzon İmparatorluğu Tarihi.' (9) Ödül almak için eserini Elen dostlarına beğendirmek zorunda olan bu tarihçi bile bütün gayretlerine rağmen "Trabzon'un Kafkasya'dan gelen Türkler tarafından kurulduğunu" gizleyememiştir.

Friedrich Hrozny, "Ortaasya'dan Kafkasya'nın kıyı kesimine gelen boyların uygarlık öğreterek buralara yerleştiğinden" bahseder. R.P. Pullant ve Charles Texier de aynı görüştedir. Onlar da "Trabzon'un yerli halkının Türk olduğunu " yazmışlardır. Fransız seyyah Texier, Architecture Byzantine adlı eserinde, "Trabzon'un milattan yüzyıllarca önce Ortaasya'dan gelen Türk boyları tarafından kurulduğunu " kaydeder.

Türklerin M.Ö. 1000 yıllarından itibaren Doğu Karadeniz Bölgesi'ne yerleşmeye başladıkları, başka bilim adamları tarafından da tespit edilmiştir. (10) Bazı tarihçiler ise bu tarihi M.Ö. 2000 yıllarından başlatırlar. (11)

Yunanlılar ise Fenikelilerden az sonra M.Ö. 670 yıllarında bölgede bazı ticaret kolonileri ve balıkçılık merkezleri kurmuşlarsa da yöreye kalabalık kitleler halinde yerleşmemişlerdir. Sadece şehirlerde ticaret maksadıyla bulunmuşlardır. Nitekim Bizans İmparatoru Teophiros, 9. yüzyılda, ülkenin idari taksimatını yeniden düzenlerken, Trabzon'u eyalet merkezi yaptığı halde, yeni eyalete Helen, Yunan veya Grek dememiştir, bir Turani kavim olduğunu gördüğümüz Haldilere izafeten Haldiya adını vermiştir.(12)

Yunanlılar, Pontus'un tarihinde hırsızlıktan sonra ancak bir cinayet ve ihanetle adlarını duyurabilmişlerdir ki, zaten Kral VI. Mihridat'ın bir Yunanlı olan kraliçe tarafından öldürülmesiyle devletin de sonu gelmiştir. Mahmut Goloğlu, bu hain kraliçenin Romalılara yaranmak için Pontus'un ayyıldızlı devlet armasını da kaldırdığını yazıyor.


Latince sözlüklerde Grek kelimesinin hilekar, dolandırıcı anlamlarına geldiği yazılıdır. Eğer ünlü Fransız ansiklopedisi Larousse'un 1930 baskısı, 3 . cilt, 867. sayfasını açarsanız bu hilekar komşunun şöyle tanımlandığını görürsünüz. "Grek: Roue, fripon, escroc, particulierement au yev: Etpulser les grees d'un cerele." Ne demektir bu ?

Türk Dil Kurumu'nun Fransızca - Türkçe Büyük Sözlük'üne göre yukarıdaki metnin manası şudur: "Çıkarı için anasını satar. Kurnaz, sinsi, düzenbaz, dümenci, üçkağıtçı, hin oğlu hin, edepsiz, bilhassa oyunda kulüpten kovulan!" (13)

Böylece çıkarı için anasını satacak kadar tiynetsiz olduğunu öğrendiğimiz bu edepsiz komşuda, hilekarlığın karakter
haline geldiği anlaşılıyor. Şöyle ki:

Eski çağda Yunanlılar Karadeniz'e Pontus adını vermişlerdi. Zaten " Pontus': Grekçe'de "deniz" demekti. (14) Yunanlılar tiynetlerine uygun olarak bir elçabukluğuyla, kendileriyle hiçbir ilgisi bulunmayan bu devleti kendi devletleri, devletin İranlı kurucusu Mihirdat'ı da Mihirdates yaparak kendi kahramanları ilan ettiler! Karadeniz'in güney sahillerine Pontus , bölge sakinlerine de Pontuslu dediler. Sonra bölgede yaşayan bütün Hıristiyanları Yunanlı ilan ettiler. Onlara göre Karadeniz Müslümanları da Türklerin zoruyla din değiştirmiş Ortodokslardı.

Aynı oyunun Trabzon isminde de oynandığı anlaşılıyor. Hüseyin Hüsamettin Efendi, Amasya Tarihi'nde Trabzon adının Tibaren veya Tibaron kelimelerinden bozma olduğunu yazar. Diyarbakırlı Sait Paşa'nın Miratü'l İbar'da bildirdiğine göre bazı Arap tarihlerinde Trabzon'un adı, şehirde çoğunluğu teşkil ettikleri anlaşılan Tibarenler'e izafeten Tibarende, Tibarite, Trabende, Trabzende imlaları ile yazılmıştır. Bazı Arapça eserlerde ise Karadeniz'e Bahr-i Trabezanda yani Trabzon Denizi denmektedir. İdrisi şehrin adını Atreb ezun olarak kaydeder.

Konuyu inceleyen Mahmut Ak, Joachim Lelewel'in Atlası'nda Trabezonda olarak geçen kelimeyi Batılı kartografların Trabezonda, Trebxonda, Trebezonda, Trebisond, Trapezunt, Trabiso n şeklinde okuduklarını yazmaktadır. (15) Yunanlılar, yine bir el çabukluğu ile bu kelimeyi " Trapezous" haline getir rek güya Yunanlılaştırıvermişlerdir! Oysa Karadeniz sahilinde Yunanlılar tarafından kurulmuş herhangi bir şehir yoktur! (16)


NECDET SEVİNÇ
''Pontus''ta Hesaplaşma
(okuyalım,okutalım-SB)

1) Mahmut Goloğlu, Anadolu'nun Milli Devleti Pontus, Ankara, 1973, s.xvıı.
2) Faruk Sümer, Tirebolu Tarihi, İstanbul, 1992, s.14.
3) Sakalar'ın ismi Anabasis'te Skythenler (yani İskitler) olarak geçiyor.
4) Faruk Sümer, a.g.e .  s.12.
5) Türk İstiklal Harbi, c. VI, İstiklal Harbi'nde Ayaklanmalar, Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1974, s.281
6) Mahmut Goloğlu, a.g.e., s.79.
7) Bakınız: Mahmut Goloğlu, a.g.e., s.12, 97.
8) Doğu Karadeniz'in Türklüğü ile ilgili birçok araştırması yayımlanan dilbilimci Necati Demir. Canik adının Pcçeneklerle ilgili olabileceğini yazıyor. Bakınız: "Bir Coğrafi Bölge Olarak Canik ve Tarihi Altyapısı': Silahlı Kuvvetler dergisi, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, sayı 380, Ankara, 2004, s.66, 67.
9) Hüseyin Albayrak, "Trabzon'un İlk Kuruluşu, Yerli Halkı ve Adı" Yeşil Karadeniz dergisi, sayı 1, Ankara, 2003, s.17.
10) Muhammed Beşir Aşan, "Bazı Anadolu Beylikleri'nin Trabzon ile Olan İlişkileri". Trabzon Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Trabzon, 2000, s.123.
1 1) Geniş bilgi için bakınız: Bilgehan Atsız Gökdağ, "M.Ö. 2000'1i Yıllardan Günümüze Giresun'daki Türk Varlığı': Giresun Tarihi Sempozyumu, 20-25 Mayıs 1996, İstanbul, 1997, s.25-49.
12) 1554 tarihli Trabzon Tahrir Defteri'nde Rize Kazası'nda Haldi adını taşıyan kişilere rastlanmıştır. (Hanefi Bostan, XV. ve XVI. Asırlarda Trabzon Sancağı'nda Sosyal ve lktisadi Hayat, Ankara, 2002, s.340) Bir araştırmacımız da Oftaki Haldizan ve
Maçka'daki Haldiyan köy adlarının Haldi kelimesinden muharref olduğunu yazıyor. (İlyas Karagöz, Grek, Bizans ve Eski Türk Kaynaklarına Göre Trabzon Yer Adları,Ankara, 2004. s.51)
13) Bakınız Aydın Taneri, Türk-Yunan Kültür Savaşı, Ankara, (Ocak Yayınları arasında çıkan eserde baskı tarihi yoktur). Aydın Taneri Yunan Hükümeti'nin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra müracaatı üzerine Grek kelimesinin anlamında düzeltme yapıldığını yazıyor.
14) P. Minas Bijiskyan, Karadeniz kıyıları Tarih ve Coğrafyası (1817-1819), Tercüme ve Notlar, Hırand D. Andreasyan, İstanbul, 1969, s.1.
15) Mahmut Ak, "İslam Coğrafyacılarına Göre Trabzon": Trabzon Tarihi Sempozyumu Bildirileri, 6"8 Kasım 1998, Trabzon, 2000, s.29.
16) Yusuf Gedikli, Pontus Meselesi, İstanbul, 2002, s.102, 76 numaralı dipnot.

İçindekiler:
Gaflet, Dalalet ve Hatta
Bizimkiler Uyurken 
Pontus Devleti Kimin Devletiydi?
Doğu Karadeniz'e Türk Yerleşmesi
Hıristiyan Türkler 
Rum Demek, Yunanlı Demek Değildir
Milletlerarası Tezgah
İhanet ve Tehcir



***

Murat Arslan
Mithradates VI Eupator
kitabından


"Pontos [πόντος] kelimesi ilk olarak Homeros’ta karşımıza çıkmaktadır. Ozan pontos sözcüğünü hem geniş ve büyük denizler hem de kendi başına deniz anlamında kullanmıştır. (7) Ancak eserlerinde Karadeniz’den bahsetmediği için, burayı ne şekilde adlandırdığı bilinmemektedir (8). Homeros’la hemzaman diğer yazarlar ise, antikçağın en büyük denizi olarak düşündükleri Atlantik Okyanusu’nu nitelerken deniz anlamına gelen pontos ifadesini kullandıkları gibi, Karadeniz’i de ikinci bir okyanus olarak algılamışlar ve ona sadece ‘Pontos’ demişlerdir (9). Strabon (10), bu durumu insanların Homeros’tan bahsederken ona sadece ‘Ozan’ demelerine benzetmiştir.

Bununla birlikte πόντος terimi Hellen kökenli bir kelime değildir. Pont- ya da bent- kökünden türetilmiştir. Karadeniz havzasında ikamet eden Thrakia ya da Armenia dillerinden Hellence’ye adapte edilmiş olduğu düşünülmektedir. Yol ya da geçiş yeri anlamında olabilir. Latince’deki pons (köprü) ile aynı kökten gelmektedir. Bu bakımdan pontos sözcüğünün temel anlamı, deniz üzerindeki yol, deniz yolu olup, zaman içinde deniz anlamı kazandığı sanılmaktadır (11). Öyle ki, Karadeniz’le çeşitli nedenlerle ilişkiye geçen Hellenlerin buraya verdikleri Pontos ismi, bu deniz kıyısında ikamet eden otokton halkın kullandığı dilden kaynaklanıyor olsa gerektir (12).

Akdeniz havzasında yaşayan halklar en eski zamanlardan itibaren ticaret yaparken, yurtlarını değiştirirken, koloni kurarken ya da uzak ülkelere sefer düzenlerken karadan ziyade, daha çabuk ve zahmetsiz olan deniz yolculuğunu tercih etmişlerdir. Denizci bir millet olan Hellenlerin Geç Bronz Çağı’ndan (İÖ. ca. 1600-İÖ. ca. 1200) itibaren Karadeniz’le ilişki içine girdikleri bilinmektedir. Coğrafi keşif, maden arama (13), macera, ticaret amacıyla Karadeniz’e yelken açmışlar ve bölgenin yerli halklarıyla temasta bulunmuşlardır. Bunlardan bazıları kentlerine döndüklerinde, Karadeniz’e yaptıkları yolculuk sırasında başlarından geçen olayları, gördükleri bölgelerin topoğrafyasını, flora/faunasını, iklimini, oralarda ikamet eden kavimlerin adetlerini ve duydukları şeyleri genellikle kendilerini dinleyenlerin merakını cezp edecek şekilde abartarak ve değiştirerek hikaye etmişlerdir. Öyle ki, bu hikayeler birçok toplumda olduğu gibi, zaman içinde gelişip şekillenerek yerlerini efsanelere bırakmışlardır (14). Bu bakımdan, Hellen mitolojisinde ve edebiyatında tanrılar ve kahramanlar çeşitli nedenlerle Karadeniz’i ziyaret etmiş ve bu coğrafyada belirli süre ikamet etmişlerdir (15). Bununla birlikte Hellenlerin Karadeniz’le doğrudan tanışmaları Troia Savaşı’ndan sonra, Ege Adaları ve Küçük Asya sahillerindeki İon kolonizasyon hareketleri sırasında gerçekleşmiştir. Her ne sebeple olursa olsun, Akdeniz için yapılmış gemilerle Karadeniz’e gelen ilk denizcilerin, bu denizin kuvvetli akıntı ları, sık sık oluşan sisleri, önceden tahmin edilemeyen –aniden patlak veren– fırtınaları (16), yüksek dalgaları, adaların ve sığınacak limanların azlığı (17); sahil boyunca ikamet eden kabilelerin düşmanlığı nedeniyle çoğunlukla telef oldukları kesindir (18). Zira Hellenler tarafından ‘barbar’ olarak adlandırılan bu kavimlerin, sahillerine çıkan yabancıları katletme (19) ya da tanrılarına kurban olarak sunma gibi adetleri vardı (20). Ancak bu gemiciler, sahillerinde vahşi kabilelerin yaşadığı bölgelere seyahat etmenin ötesinde, Pontos olarak adlandırılan bu fırtınalı ve meçhul denizin tehlikelerinden korkmuşlardı. Bu yüzden Pontos’a ἄξενος/ἄξε(ι)νος  = misafir/yabancı sevmez epitheton’u = lakabı takmışlardı (21). Bu iki kelimenin bir araya gelmesinden, Hellenlerin Karadeniz’e verdikleri isim: Misafir Sevmez Deniz (= Aksenos Pontos [῎Αξενος Πόντος]) ortaya çıkmıştır.

Diğer yandan bazı bilim adamlarına göre (22), Pontos’a verilen aksenos sıfatı, misafir sevmezden başka bir anlama da gelebilirdi. Zira, Avestan (Sanskritçe: Eski Pers/İran dili) dilinde axšaena sıfatı koyu renk, siyah, gece mavisi anlamına gelmekteydi. Bu bakımdan Karadeniz sahillerinde yaşayan ulusların, günümüzde olduğu gibi, antikçağda da Pontos’un siyaha çalan suları nedeniyle denize, bu sıfatı vermiş oldukları düşünülmektedir. Erken Dönem Hellen denizcileri de Pontos’a geldiklerinde, bu denizi Avestan dilindeki axšaena ile özdeşleştirip ἄξενος olarak adlandırmış olabilirlerdi (23).


İÖ. 750-550 yılları, Hellenlerin Akdeniz ve Karadeniz’de büyük kolonizasyon hareketine giriştikleri dönem olarak kabul edilir (24). Platon’un (25) deyimiyle, Hellenler kısa süre içinde ὥσπερ περὶ τέλμα μύρμηκας ἢ βατράχους περὶ τὴν θάλατταν οἰκοῦντας = tıpkı bir havuzun kenarında yaşayan karıncalar ve kurbağalar gibi deniz kıyısında yerleşmişlerdi. Akdeniz’i büyük ölçüde iskan ettikten sonra Hellespontos ve Propontis’te koloniler kurmaya başlamışlar; ardından fırtınaları ve sahillerinde ikamet eden vahşi insanlarıyla ün salan Pontos’a yelken açmışlardır. Fakat, bu sefer Hellen denizciler şüphesiz daha önceki acı tecrübelerinden ders almış, gemilerini Karadeniz’in akıntılarına ve dalgalarına daha dayanıklı hale getirmişlerdir. Gemi teknolojilerindeki gelişmelere paralel olarak, eskiden kullanılan otuz kürekli (=triakontērēs [τριακοντήρης]) teknelerin yerini, elli kürekli (= pen tēkontērēs [πεντηκοντήρης]) teknelerin alması Karadeniz’de eskiye nazaran daha güvenli bir şekilde seyahat etmelerini sağlamıştır (26). Bu bakımdan Hellenler, Herakleia Pontike (Karadeniz Ereğlisi), Sinope, Amisos (Samsun), Kotyora (Ordu), Kerasos (Giresun), Trapezus etc. gibi hemen hemen Karadeniz sahillerinin bütün önemli liman ve koylarında tarım, maden, balıkçılık ve ticaret amaçlı birçok koloni kurabilmişlerdir (27). 

Dahası, Europe ile Asia arasında, elips şeklindeki kıyılarının kıvrımları her iki yöne doğru uzanan bu denizi ve coğrafyasını daha yakından tanıma imkanı bulmuşlar ve Pontos’un şeklini Skythia yayına benzetmişlerdir (28). Ardından, Pontos’un buğday, darı, kurutulmuş balık gibi nimetlerini; kereste, demir, gümüş ve altın gibi değerli madenlerini Akdeniz havzasına taşımaya başlamışlardır. Böylelikle Pontos, Hellenler için artık vazgeçilmez bir deniz olmuştur. Öyle ki, Karadenizi ‘Misafir Sevmez’ deyip kızdırmaktansa  yani söylenmesi çirkin ya da ağır görünen bir sıfatı doğrudan doğruya söylemektense–, hiddetini en aza indir geme ümidiyle –kulağa daha hoş gelen bir sıfat kullanmışlar– Misafir Sever Deniz (= Euksenos Pontos [Εὔξενος Πόντος]) demeyi tercih etmişlerdir (29). Bu surette gemiciler, bir bakıma deniz tanrılarını teskin ederek, onların gazaplarından korunma yoluna gitmiş olabilirler. Sebebi her ne olursa olsun, bu isimlendirme antikçağ literatüründe genel kabul görmüş ve birçok yazar tarafından Pontos, euksenos olarak adlandırılmıştır (30).

Başlangıçta pontos [πόντος] kelimesi Hellenler tarafından kendisine yakıştırılan aksenos–euksenos sıfatlarıyla Karadeniz’i nitelemesine karşın, zaman içinde önce bütün Karadeniz etrafındaki sahilleri, daha sonra da Kuzey Anadolu’nun doğu kıyılarını kapsayan coğrafi bir bölge anlamı kazanmıştır. Zira, Cicero’nun (31) “Tarihin Babası” olarak nitelendirdiği Halikarnassos’lu Herodotos (32), İÖ. V. yüzyılda, pontos terimini οἱτὸν Πόντον οἰκέοντες=Pontos’ta ikamet edenler; diğer bir pasajında ise (33), οἱ ἐκ τοῦ Πόντου στρατευόμενοι = Pontos’tan sefere çıkanlar şeklinde kullanmakla, denizden ziyade Karadeniz sahillerini kastetmiştir. 

Herodotos tarafından başlatılan pontos teriminin bu çeşit kullanımı antikçağ yazarları tarafından benimsenmiştir. Öyle ki, pontos kelimesiyle bazen denizi, bazen sahil kesimini, bazen de Küçük Asya’nın kuzey doğusundaki bölgeyi ifade etmişlerdir (34). Zamanla pontos ismi, Hellen ve Latin yazarları tarafından Pontos’lu/Pontos’a ait (= Pontikos [Ποντικός]/Ponticus) şeklinde sıfatlaştırılarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu durum kendini Pontos’a ait cansız nesnelerde (35) olduğu kadar, bölgede ikamet eden halkları, insanları (36) ve hatta kentleri niteleyen bir anlam kazanmıştır. Bu bakımdan Pontos kıyısında kurulmuş olan Herakleia Pontike (37) (Pontos Herakleia’sı) kenti günümüzde dahi Karadeniz Ereğlisi olarak adlandırılmaktadır. Fakat Pontos’un antikçağdaki asıl ünü, bir Pers soylusu olan Mithradates I Ktistes tarafından, İÖ. ca. 301 yılında Anadolu’nun kuzeydoğusunda Iris (Yeşilırmak) ile Lykos (Kelkit) havzalarında kurulan ve Hellenistik Dönem boyunca genişleyerek büyük bir devlet haline gelen Pontos Krallığı’nın isim babalığını yapmasıyla ön plana çıkmıştır (38). Bu durum, söz konusu krallığın Romalılar tarafından yıkılmasından sonra, İÖ. 64 yılın da Kuzey Anadolu sahillerinde oluşturulan Roma eyaletinin provincia Pontus et Bithynia adı altında kurulmasına neden olmuşturn (39). Gene aynı sebepten, İÖ. 47 yılında Caesar’ın komutanlarından Domitius Calvinus, VI. Mithradates’in oğlu II. Pharnakes’e karşı Pontus Bölgesi’nden topladığı birliklere legio Pontica=Pontus legio’su (40); gemilere ise, Ponticae naves=Pontus donanması (41) adını vermiştir.

Bununla birlikte burada altını çizerek belirtmek gerekir ki; geçmişte olduğu gibi, bugün de kullanılan Pontos Krallığı ifadesi gelenekleşmiş bir önyargının sonucudur. Hellenistik Dönem krallıklarının hiçbiri, hiç bir zaman kendilerini bir bölgenin coğrafyasıyla tanımlayıp, o topoğrafyayla sınırlamamıştır. Bu bakımdan, söz konusu ifade Romalıların, İ.Ö. 129 yılında Anadolu”nun batısında, Pergamon Krallığının topraklarının bir kısmında kurdukları eyalete provincia Asia = Asya Eyaleti demeleri gibi, yapay bir tanımlamadır (42). Ayrıca, I. Mithradates”in krallığını ilan ettiği bölge, gerçekte -de facto Pontos”tan ziyade, "Pontos Kappadokia"sı (43) ya da  "Euksenos çevresindeki Kappadokia" (44) olarak adlandırılmaktaydı. Belki de bu yüzden, Birinci Mithradates-Roma Savaşı sırasında, IÖ. ca. 86/85 yılında VI. Mithradates”e karşı ayaklanan Ephesos”lular yayımladıkları dekrette (45) ondan "Kappadokia Kralı(?)" olarak söz etmişlerdir (46). Fakat antikçağda, Augustus Dönemi (İ.Ö. 27-IS. 14) yazarları (47) tarafından başlatılan ve IS. II. yüzyıl Roma tarihçileri (48) tarafından pekiştirilen Ποντικὴ Βασιλεία=Pontos Krallığı ifadesi günümüz tarihçileri tarafından da benimsenmiştir (49).

Bu durum, Roma’nın devamı olan Doğu Roma İmparatorluğu’na bu gün ‘Bizans’ demekle, bir fark haricinde, aynıdır. O da, Doğu Roma’nın imparatorları ve halkı kendilerini daima Romalı olarak adlandırmıştır. Bu fenomen sayısız antik kaynak ve epigrafik belgede açıkça belirtilmiştir. Fakat ‘Pontos Krallığı’ olarak isimlendirilen söz konusu krallığın hüküm sürdüğü zamanlarda gerek kralların gerekse halkın kendilerine ne ad verdikleri kesin olarak bilinmemektedir. Krallığa ait antik kaynaklar, Hellen ve Latin yazarlarının eserlerinden ibarettir. Epigrafik belgelerden günümüze ulaşan yazıt sayısı ise, oldukça sınırlıdır. Bunun nedeni, söz konusu krallığın en önemli ve aynı zamanda son kralı olan Mithradates VI Eupator’un, Roma’nın en büyük düşmanı olmasıdır. Bu yüzden Romalılar, krallığı ele geçirdikten sonra, VI. Mithradates’i damnatio memoriae’a uğratmışlar ve onu anımsatacak her türlü nesneyi ortadan kaldırmışlardır. Nümismatik eserler üzerinde ise, krallıktan ziyade basıldıkları kentin ya da kralın adı yer almaktadır. 

Sonuç olarak bu krallığın antikçağda kendini nasıl tanımladığını bilmediğimizden dolayı, biz bu çalışmamızda, Roma İmparatorluk Dönemi’nden günümüze değin antikçağ yazarları ve modern tarihçiler arasındaki ortak kanıyı –communis opinio– sürdürerek, söz konusu Hellenistik krallığı ve bölgeyi Pontos olarak adlandırmaya devam edeceğiz.".... 

Murat Arslan

dipnotlar:
(7) Hom. II. I. 350; II. 145; 210; 613; 665; IV. 276; 278; V. 771; VI. 219; VII. 6 etc.; Od. I. 173; II. 263; 370; 421; III. 15 etc. Bununla birlikte Homeros (Il. I. 157; II. 294; XIII. 29; XIV. 392; XVI. 34 etc.; Od. I. 12; 50; 52; II. 260; 407; III. 5; 142; IV. 313 etc.) eserlerinde denizi, daha çok Ege terminolojisinde denize verilen isim olan (= thalatta/thalassa [θάλαττα/θάλασσα]), bazen (Il. I. 316; 327; 350; 358; 359; II. 565; 626 etc.; Od. I. 72; II. 261; IV. 401 etc.) tuzlu nesne (= hals [ἅλς]), bazen de (Il. IV. 295; V. 695; XIV. 16 etc.; Od. III. 174; 179 etc.), belki su yüzeyini ifade ederken kullanılan Latince planus gibi, Hellence (= pelagos [πέλαγος]) sözcüğüyle
tanımlamıştır. Ayrıca bk. Moorhouse 1940, 124.
(8) Moorhouse 1940, 126.
(9) Pontos kelimesi öznel olduğu kadar Hellespontos [Ἑλλήσποντος] ve Propontis [Προποντίς] örneklerinde olduğu gibi özel denizler için de kullanılmıştır. Bu durum hem Homeros hem de diğer antikçağ yazarları için geçerlidir. Şiirsel anlatımlarda ise,pontos’un genel anlamının deniz olarak kullanıldığı görülür (Ovid. Pont. I.4. 27;II. 9. 67; IV. 7. 7; 9. 85; 10. 45). Konuya ilişkin olarak ayrıca bk. Apul.Mund.VI. 18-22; Moorhouse 1948, 59; West 2003, 158.
(10) Strab. I. 1. 10 c. 6; 2. 10 c. 21.
(11) Moorhouse 1940, 123 vdd.; 1948, 59; Mitchell 2002, 38 dn. 11; West 2003, 157 vd. Buna karşın W. S. Allen (1947, 86) pontos isminin yol olarak tanımlanmasını şüpheyle karşılamaktadır.
(12) Mitchell 2002,38.
(13) Thetskhladze 1994, 114; Greaves 2002, 36.
(14) Diod. IV. 47. 1-6. Konuya ilişkin olarak ayrıca bk. Braund 1994, 8 vdd.; Mitchell 2002, 47.
(15) Hellenlerin Prometheus (Aiskh. Pr. 1-1093; Arr. anab. V. 3. 1-4; periplus XIX. 2), Herakles (Paus. I. 15. 2; Diod. IV. 16. 1-4; 28. 1; Phil. II. 3 c. 45), Phriksos ve Helle (Diod. IV. 47. 1-6) ile Argonaut’lara (Diod. IV. 40. 3-4;Apoll. Rhod. argon. I. 1 vdd.) ait bazı efsaneleri Pontos coğrafyasında geçmiştir. Bu örneklere, içinde Akhilleus’un mezarının bulunduğuna inanılan Borysthenes (Dinyeper) Irmağı ağzındaki Akhilleus Adası, Herakles’in Paphlagonia civarından Hades’e inişi, Kerberos’u yeryüzüne getirişi, Themiskyra yöresinde ikamet eden Amazonlarla savaşması etc. gibi birçok efsane de eklenebilir.
(16) Arr. periplus III. 2-IV. 4. Karadeniz’de fırtınaya yakalanma talihsizliğine uğramış, İS. XVII. yüzyılın ünlü Osmanlı coğrafyacısı Evliya Çelebi, seyahatnamesinin ikinci cildinde başından geçen söz konusu olayı şöyle tasvir etmektedir: Seferin dördüncü günü Bahr-i Siyah acımasızca gemiyi dövmeye başladı; üç gün üç gece boyunca gök gürültüleri, şimşekler, yağmur, dolu, kar ve tipiye direnmekten yolcularda, artık gemi üzerinde duracak mecal kalmamıştı. Yolcuların bir kısmı istifra etmede, bir kısmı dualar edip, kurbanlar, sadakalar, adaklar adamakta; eğer bu fırtınadan sağ salim kurtulurlarsa hacca gideceklerini iddia etmekteydiler (264 b)…. Geminin direği kâh arşı alâya yükselip bulutlara dokunuyordu, kâh deryaya doğru alçalıp sanki cehennemin dibine kadar iniyordu (265 a)…. O andan itibaren bir daha Bahr-i Siyah’a gemiyle çıkmaya tövbe-i nasûh ettim (268 a).
(17) Karadeniz, Ege ve Akdeniz’e oranla, ada bakımından olduğu kadar elverişli limanları bakımından da oldukça fakirdir. Karadeniz’in girişinde, kıyıdan yaklaşık 14 deniz mili uzaklıkta, eskiden çarpıştıklarına inanılan Kyaneia ya da Symplegades olarak adlandırılan Fanari adaları yer almaktadır (Plin. nat. IV. 13. 92; VI. 13. 32). Bosporos’un batısında, Apollonia’nın (Sozopol) yaklaşık bir mil açıklarında, kentleaynı ismi taşıyan bir ada bulunmaktadır. Çevresi yaklaşık 5km olan bu adaya aynı zamanda Thynia denilmekteydi. Lucius Lucullus’un kardeşi, M. T. Varro Lucullus, İÖ. ca. 72/71 yılında bu adadaki Apollon heykelini Roma’ya getirterek Capitolium Tepesi’ne diktirtmiştir (Strab. VII. 6. 1 c. 319; Plin. nat. IV. 13. 92 b; VI. 13. 32; XXXIV. 18.39-40). Kerasos/Pharnakeia kentinin karşısında ise, Hellenlerin Ares Adası olarak adlandırdıkları Khalkeritis Adası yer alırdı. Buranın Savaş Tanrısı’na adanmış bir yer olduğu düşünülürdü. Rhodos’lu Apollonios (argon. II. 1165-1174) burada Ares’e adanmış bir tapınaktan ve siyah kayadan yapılmış bir sunaktan söz etmektedir. Amazonlar burada Savaş Tanrısı için genellikle at kurban ederlermiş. Ayrıca söylenceye göre, burada yaşayan kuşlar, adaya çıkan yabancılara kanatlarını çırparak saldırırlarmış (Plin. nat. VI. 13. 32; Arr. periplus XVI. 4; Anonymi (Arriani, ut fertur) Periplus Pont. Eux. 34 str. 11-12; 36 str. 1-6; Apoll. Rhod. argon. II. 1030-1230; Ps.-Scymnus 911-913). Bugün ada üzerinde halen pek çok deniz kuşu yaşamaktadır. Ares Tapınağı’ndan geriye kalmış antik bir kalıntı izine rastlanmamaktadır. Ama Amazonların dua ettiği varsayılan siyah kayaya günümüzde de yerli halk saygı göstermektedir. Borysthenes Irmağı’nın ağzında ise, çevresi yaklaşık 16km olan Akhilleus’un (Zmeinyi) Adası vardır. Burası aynı zamanda Beyaz Ada ve Kutsal Ada olarak da adlandırılmaktadır (Pind. Nem. IV. 48-49; Eurp. Andr. 1260 1263; Ptol. georg. III. 10. 9; Strab. II. 5. 22 c. 125; Mela II. 5; 98; Paus. III. 19. 11; Arr. periplus XXI. 1-XXIII. 4; ayrıca bk. Liddle 2003, 128 vdd.; West 2003, 162 vdd.). Karkinites (Karkinitskiy) Körfezi’nin diğer adaları ise, Kephalonnesos, Spodusa ve Makra’dır (Plin. nat. IV. 13. 92). Ayrıca bk. Strab. XII. 3. 7 c. 543; Arr. periplus XIII. 1; XVI. 3; XX. 2; Işık 2001, 4; Liddle 2003, 109; West 2003, 156; Arslan 2005, 128 vd.; 153 vdd. Karadeniz’deki yerleşimlerin birbirlerine olan uzaklıkları ve coğrafyasına ilişkin daha detaylı bilgi için ise, bk. Arnaud 1992, 63 vdd.
(18) Strab. VII. 3. 6 c. 298; Arr. periplus IV. 4-V. 3; ayrıca bk. Koromila 1991, 75; Işık 2001, 1 dn. 4; West 2003, 152 dn. 4; 157.
(19) Diod. IV. 40. 3-4; 47. 2.
(20) Eur. IT. 35-42; 335-345; 380-394; Strabon’a (VII. 3. 6 c. 298) göre de, Skythia’lılar topraklarına giren yabancıları tanrılarına kurban ettikten sonra, etlerini yer ve kafataslarını ise, içki kabı olarak kullanırlardı.
(21) Pind. Pyth. IV. 203; Eur. Andr. 793;IT. 253; 341; Anonymi (Arriani, ut fertur) Periplus Pont. Eux. 86 str. 4; Ps.-Scymnus (735 737); ayrıca bk. Diod. IV. 40. 3-4; Strab. VII. 3. 6 c. 298; Plin. nat. IV. 12. 76 a; VI. 1. 1; Mela I. 102; Apoll. Rhod. argon. II. 983.
(22) Moorhouse 1940, 125; Mitchell 2002, 37 dn. 10; King 2004, 12.
(23) Skythia (Hdt. IV. 17 vdd.) ve Sarmatia (Ovid. Pont. IV. 10. 38) kabileleri Karadeniz’in kuzey sahillerinde ikamet etmekteydiler. Burada yaşayan halkların dillerin de ise, büyük ölçüde Avestan (Eski Pers ‘İran’ dilinin) etkisi görülmekteydi (Allen 1947, 87; ayrıca krş. Moorhouse 1948, 59). Söz konusu kavimler Karadeniz’i axšaena yani; kara renkli –ya da buna çok benzer– manaya gelen bir kelime ile tanımlıyorlardı. Ayrıca Perslerin Karadeniz’e verdikleri xašen ismi, Avestan’ın axšaena sıfatıyla synonymum = aynı/benzer bir anlam taşımaktaydı (Allen 1947, 87 dn. 6-8; 1948, 60; West 2003, 157). Bu yüzden, daha sonradan bölgede kolonizasyon hareketinde bulunan Aiolia’lılar tarafından kendi dillerine adapte edilmiş olabilirdi. Zira Hellespontos’a gelen ve Karadeniz’le ticaret yapan Aiolia’lı tacirler Perslerle ilişki içine girmişlerdi. Bu bakımdan Perslerin Karadeniz’e axšaena ismini verdiklerini öğrenmiş oldukları farz edilebilirdi (Moorhouse 1948, 59). Fakat W. S. Allen’e (1947, 88) göre, şu gerçek göz önünde tutulmalıydı ki; antikçağda Hellence ile Avestan dilleri ve kültürleri birbirlerinden çok uzaktı. Bu bakımdan, her ne kadar Persler Karadeniz’i –büyük bir ihtimalle– ‘Karanlık Deniz’; Hellenler ise, ‘Misafir Sevmez Deniz’ olarak adlandırmış olsalar da, bu kelimenin Avestan dilinde axšaena olduğunun Hellenler tarafından bilinmesi ve Pers sözcüğünün baz alınarak Karadeniz’e ἄξενος sıfatını vermeleri olanak dahilinde değildi. Bununla birlikte son yıllarda M. Vasmer ve R. Schmitt’in başını çektiği birçok dil bilimciye göre, Hellenlerin Karadeniz’e verdikleri aksenos sıfatı Eski Pers ‘İran’ dilindeki axšaena –kara renkli– sözcüğünden türemiştir (West 2003, 157 dn. 24-25).
(24) Hellenlerin kolonizasyon hareketlerinin çok çeşitli nedenleri vardır. Bu nedenlerin ortaya çıkmasında iç ve dış dinamiklerin rolü büyüktür. Bunlar siyasal, sosyal, ekonomik ve dinsel olmalarının yanı sıra, politik etkenlere de dayanabilir. Her zaman için dış güçlerin baskısı ve emperyalist istila hareketleri bağımsızlıklarından ödün vermek istemeyen Hellenleri koloni kurmaya sevk etmiştir. Diğer yandan Hellas’ın dağlık topoğrafyası devamlı artan yoğun nüfusu kaldıracak güçte değildi. Zaten az olan verimli toprakların küçük parsellere bölünmemesi için, Hellenler primigenius yasasını uygularlardı. Yani, ilk doğan erkek çocuk babasının bütün mirasına sahip olurdu. İkinci çocuk ise, hiçbir pay alamazdı. Bu bakımdan işsiz ve parasız gençler çoğunlukla şanslarını askerlikte ya da yeni kurulacak kolonilerde denerlerdi. Her zaman için kentlerdeki parti çekişmeleri, politik sebepler ve bazen de tanrı kehanetleri nedeniyle, bazı yurttaşlar vatanlarından ayrılıp başka topraklarda ve iklimlerde koloni hareketine girişirlerdi. Bütün bunların yanında, Hellas ve Anadolu’nun, İÖ. VIII-VII. yüzyıllardaki endüstriyel gelişimi Hellen kentlerinde bir yandan hammadde ihtiyacının artmasına neden olurken diğer yandan üretilen malların pazarlanması için yeni pazarlar ihtiyacı doğurdu. Bu durum kentler ve bölgeler arasındaki ihracat ve ithalat hacminin büyümesine neden olmasının yanı sıra, aralarındaki rekabeti de arttırdı. Zaten kentlerin her zaman için daha fazla tahıl, kereste, metal ve köleye ihtiyaçları oluyordu. Bu bakımdan Hellenler tarıma, balıkçılığa uygun, doğal ve yeraltı zenginliklerine sahip bölgelerin liman olmaya elverişli koylarında koloniler kurmaya başladılar. Ardından ana kentleriyle olduğu kadar, yörenin otokton halklarıyla ilişkiye geçtiler. Daha detaylı bilgi için bk. Greaves 2002, 104 vdd.
(25) Plat. Phaid. 109 b. D. Braund’a (1997, 121) göre, Platon’un söz konusu ifadesi, Cebelitarık (Herakles Sütunları) Boğazı’ndan Kolkhis’teki Phasis (Rioni) Irmağı’na kadar olan alanı kapsamaktaydı (ayrıca bk. King 2004, 26 dn. 3). S. Mitchell’a (2002, 40) göre, bu ifade Akdeniz’den çok Karadeniz sahillerinde kurulan Hellen kolonilerine ilişkin olarak söylenmişti.
(26) Carpenter 1948, 7 vdd.; Işık 2001, 2 dn.10; West 2003, 153 vd. dn. 8-9.
(27) Pontos sahillerindeki bu Hellen kolonizasyon hareketi bütün Karadeniz havzasına yayılmıştır. Öyle ki, Trapezus’un doğusundan itibaren Kolkhis’te: Phasis (Poti), Dioskurias (Sukhumi), Kimmeria Bosporos’unda: Tanaïs (Tana), Kepoi (Sennoi), Hermonassa (Taman), Phanagoreia (Tozer), Theodosia (Feodosiya), Nymphaion (Kalati), Pantikapaion (Kerç/Yeni Kale), Skythia topraklarında: Khersonesos (Sivas topol) ve Olbia (Parutino), Sarmatia topraklarında: Tyras (Tira/Tiras), Getai sahillerinde: Istria (Istere) ile Tomis (Köstence), Kallatis (Mangalia), Odessos (Varna), Mesembria (Nesebur) ve Apollonia (Sozopol) etc. gibi, Pontos’un bütün önemli koylarında koloniler kurulmuştur. Konuya ilişkin olarak ayrıca bk. Danov 1960, 75 vdd.; 1979b, 281 vd.; Drews 1976, 18 vdd.; Hind 1983/84, 72 vdd.; 1992/93, 84 vdd.; Tsetskhladfze 1994, 78 vdd.; 2004, 225 vdd.; Koshelenko 1996, 17 vdd.; Solovyov 1999, 1 vdd.; Mitchell 2002, 40 vdd.; King 2004, 29 vdd.
(28) Strab. II. 5. 22 c. 125 dn. 4; Plin. nat. IV. 12. 76 b; Mela I. 102 dn. 72; Amm. Marc. XXII. 8. 10 dn. 1. Ammianus Marcellinus (XXII. 8. 4 dn. 1), Ege’nin Propontis vasıtasıyla Pontos’la birleşmesini ise, Hellen alfabesindeki Φ harfinin şekline benzetmektedir. Bugün dünya atlasına baktığımızda ise, bazılarına göre, böbrek biçiminde görünür (Ascherson 20022, 16).
(29) Strab. VII. 3. 6 c. 298; Plin. nat. IV. 12. 76; VI. 1. 1; Ovid. Tri. IV. 4. 55-56; Mela I. 102; ayrıca bk. Moorhouse 1940, 126; Allen 1947, 88; Sevin 2001, 3; West 2003, 156 vd. Bu durum Güney Afrika kıyılarına yelken açan gemileri batırdığından ötürü gemiciler tarafından ‘Fırtınalar Burnu’ olarak adlandırılan yere, daha sonradan ‘Ümit Burnu’ denmesiyle özleştirilebilir.
(30) Karadeniz’e verilen aksenos ve euksenos sıfatları ilk olarak Klasik Dönem yazarlarından Pindaros tarafından kullanılmıştır. Aksenos: Pind. Pyth. IV. 203; ayrıca bk. Eur. Andr. 794; 1262-1263; IT. 94; 218; 253; 341; 395; 438; 1388 etc.; Diod. IV.40. 4-5. Euksenos: Pind. Nem. IV. 48-50; ayrıca bk. Hdt. I. 6; IV. 86 etc.; Eur. Rhes. 428;IT. 125 etc; Strab. I. 3. 4 c. 49; 5 c. 51; II. 5. 22 c. 124; VII. 3. 6 c. 298; XI. 8. 4 c. 512 etc.; Bununla birlikte bütün antikçağ boyunca ὁ ἄξενος πόντος ya da onun değişken versiyonları Hellen ve Latin şiirinde Pontos’u nitelemeye devam etmiştir (Aiskh. Pers. 433). Bazen de Skythia Denizi=Πόντου Σκυθικοῖ olarak adlandırılmıştır (Theoc. Idyl. 16. 99; Seneca Med. 212).
(31) Cic. Leg. I. 1.5.
(32) Hdt. IV. 8.
(33) Hdt. VII. 95.
(34) Ovidius, Karadeniz’den Mektuplar adlı eserinde Pontus kelimesiyle bazen deniz (Pont. I. 4. 27; II. 9. 67; IV. 7. 7; 9. 85; 10. 45),  bazen kara (Pont. I. 3. 65, 9. 6; II. 5. 9; IV. 4. 19; 15. 20), bazen de her ikisini (Pont. I. 4. 31; II. 4. 27; 12. 34) kastetmiştir. Cicero (Leg. Man. III. 7)’de ise, Pontus’la Küçük Asya’nın kuzeyindeki VI. Mithradates’in kralı olduğu bölgeyi ifade etmiştir. Konuya ilişkin olarak ayrıca bk. Vitr. de Arch. VII. 7. 5; Cic. Tusc. I. 39. 94; Apul. Mun. VI. 19; Phaed. Fab. IV. 7. 10. Daha detaylı bilgi için bk. Mitchell 2002, 38 dn. 13-17.
(35) Pontica pinus=Pontus çamı, Hor. Odes I. 14. 11; anates Ponticas=Pontus ördekleri, Plin. nat. XXV. 3. 6; Gell. XVII. 16. 1; Ponticae nuces=Pontusfındıkları, Plin. nat. XV. 24. 88 etc.
(36) Ath. Deip. VI. 273 c; VIII. 351 c; IX. 390 a=frg. 24; X. 430 a; XII. 533 e; XIII. 580f-581 a; XIV 624 a; Diog. Laert. VI. 3; 9-10; Mela I. 15. 5; Hist. Aug. Val. I. 5; Prok. Bell. VIII. 2. 2. Daha detaylı bilgi için bk. Mitchell 2002, 39 dn. 20-26.
(37) Plinius (nat. XXVII. 2. 3) ve Plutarkhos (Luc. XIII. 3), Herakleia, Tieion (Hisarönü) ve Amastris (Amasra) kentlerini, πόλεις Ποντικαί=Pontos kentleri olarak belirtmişlerdir.
(38) Strab. XII. 3. 28 c. 555; 5. 2 c. 567; Gell. XVII. 17. 1.
(39) Lucullus, İÖ. 70 yılında Mithradates VI Eupator’un krallığının merkezini ele geçirdikten sonra, yörenin provincia Pontus olarak düzenlenmesi için Roma’dan yetki ve görevli komisyon üyelerinin gönderilmesini istemiştir (Plut. Luc. XXXV. 5; Cass. Dio XXXVI. 43. 2). Fakat Pontos’un Roma eyaleti statüsü kazanması; ancak bölgenin Pompeius tarafından, İÖ. 64 yılında Bithynia ile birleştirilerek ortak bir eyalet oluşturulmasıyla gerçekleşmiştir (Strab. XII. 3. 1 c. 541; 3. 6 c. 543; Liv. perioch. 102). Strabon, bu eyaletten söz ederken, onu bazen Ποντικὴ ἐπαρχία= Pontos eyaleti (XII. 3. 6 c. 543; 40 c. 562), bazen Ποντικὴ χώρα=Pontos ülkesi (I. 12. 1 {ΙΒ}; XII. 3. 40 c. 562), bazen de sadece Πόντος=Pontos (XII. 3. 40 c. 562) olarak adlandırmıştır. Aynı şekilde, bölgenin bazı kısımları, daha sonradan Pontus Mediterraneus, Pontus Galatius ve Pontus Polemoniacus gibi isimler almıştır.
(40) Caes. Bell. Alex. 39-40. Zira, bölge Roma idaresine girdikten sonra, pratik Romalılar yörenin otokton halkına, her ne kadar birbirlerinden çok farklı etnik yapıya sahip olsalar da, kısaca Pontus’lu (= Ponticus/[Ποντικός]) demişlerdir (ayrıca bk. Plin. epist. X. 112-113). Bu bakımdan Pharnakes, İÖ. 47 yılında Domitius ve mütte fiki Galat Kralı Deïotaros’un birliklerini bozguna uğrattıktan sonra, bütün gücüyle Pontus kentlerine saldırmış ve civium Romanorum Ponticorumque=Roma ve Pontus vatandaşlarının mallarını yağmalamıştır (Caes. Bell. Alex. 41). Daha detaylı bilgi için bk. Mitchell 2002, 48 vdd.
(41) Caes. Bell. Alex. 13-14.
(42) Asia'nın sınırları için bk. Strab. XII. l. 3 c. 534.
(43) Strabon”a (XII. l. 4 c. 534) göre, buraya önceleri Pontos Kappadokia'sı ismi verilmişse de daha sonradan Pontos olarak adlandırılmıştır. Bu durumu Strabon (XI. 8. 4 c. 512)'de, ve Kappadokiaylılara ve özellikle Pontos Euksenos tarafına doğru yaşayanlara kadar; ki oraları şimdi Pontos olarak adlandırıyorlar şeklinde ifade ederek tekrar vurgulamıştır.
(44) Polyb. v. 43. ı-, ayrıca bk. Magie 1950, 177 dn. ı-, Shipley 2000, 387. 
(45) sIG3 II 742=II.Ephesos Ia 8.
(46) Benzer biçimde, VI. Mithradates”1e çağdaş Stoacı filozof, Rhodos”1u Poseidonios”tan (Edelstein and Kidd 19892, n° 253 str. 27', 180) ve Peripatetik Nikolaos”tan alıntı yapan Athenaios (Deip. V. 212 a', 215 b', VI. 266 e-ƒ)°de, Mithradatesî Kappadokia kralı olarak tanımlamıştır. Appianos ise, Sulla tarafindan Atina kuşatması sırasında (Mithr. 30) ve Fimbria tarafından Küçük Asya”da (Mithr. 53', 61) mağlup edilenleri Kappadokia”lılar olarak belirtmiştir. Ayrıca Pompeius”un, IÖ. 61 yılının 30 Eylül”ünde Roma”da düzenlediği triumphus°unda (zafer töreni) yendiği ve ele geçirdiği krallıkların isimlerinin yazıldığı levhalarda Pontos'tan ziyade Bithynia, Kappadokia ve Pontos Euksenos kıyısında ikamet eden diğer kavimlerin adı geçmektedir (Mithr. 118). Daha detaylı bilgi için bk. Mitchell 2002, 50 vd.
(47) Strabon”a (XII. 3. 33 c. 558) göre, Lucullus, IÖ. 70 yılında, Üçüncü Mithradates-Roma Savaşı sırasında Romalılara yardım ve yataklık yapan 'Pontosylulardan bazılarına bu hizmetlerine karşılık büyük sözler vermiştir. Pompeius, IÖ. 66 yılında, Pontos'u istila ettiğinde VI. Mithradates, 'Pontos Krallığı 7nın en uç kısımlarına kaçmıştır (XII. 2. 28 c. 555). Yine Pompeius, IÖ. ca. 64 yılında, Mithradateion yerleşimini 'Pontos Krallığı’ndan ayırdıktan sonra, Trokmoi tetrarkhes’i Brogitaros’a vermiştir (XII. 5. 2 c. 567).
(48) Memnon (32. 2; 39. 1; 41. 3; 43. 3; 5) Mithradates’in birliklerinden söz ederken onları Ποντικοί=Pontos’lular; Pompeius Trogus (prolog. 32), Iustinus (XXXII. 4. 7; XXXVII. 1. 2; XL. 1. 2), Cornelius Nepos (Han. X. 4-11. 6) ve Frontinus (strat. IV. 7. 10 11)’de Pontici=Pontos’lular; Nikolaos (fr. 77. 3), Plutarkhos (Luc. XXXI. 8; Galb. XIII. 4; XV. 1), Appianos (Mithr. 83; 112; Syr. 48) ve Athenaios (Deip. X. 415 d) ise, Mithradates’i Ποντικός=Pontos’lu sıfatıyla nitelemişlerdir.
(49) S. Mitchell’a (2002, 51 dn. 111) göre, Pontos Krallığı ifadesi, P. S. Frandsen’in 1847 yılında yayımladığı Mithridates VI Eupator, König von Pontos=Mithridates VI Eupator, Pontos Kralı, Eduard Meyer’in 1879 (19682) yılında yayımladığı Geschichte des Königreichs Pontos=Pontos Krallığı’nın Tarihi adlı monografyası ile Théodore Reinach’ın 1890 yılında yayımladığı Mithridates Eupator, Roi du Pont=Pontos Kralı Mithridates Eupator isimli biyografisinden sonra, bu krallık eskiçağ tarihçileri tarafından Pontos olarak adlandırılmıştır. Ayrıca bk, Castagna (1938); Calderini (1949/1950); Lomouri (1979); Molev (1995); Saprykin (1996); Pastor (1996).



NOTUM:  Skythia dedikleri İskitler Yamyam değildir, bu bir uydurmadır. İskitler Pers dilli değildir, Türk dillidir. Murat Arslan kitabında Türklerin 11.yy'da geldiği teorisine bağlı olarak kitabında ilerler, yanlıştır. Kimmerler, Kaşkalari İskitler hep Türk boylarındandır:

["Fakat Türklerin Anadolu’ya girişinden itibaren Selçuklular ve Osmanlılar zamanında hemen hemen bütün yazılı belgelerde, Karadeniz adı yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Her ne kadar, Karadeniz ifadesi Osmanlı kaynaklarında İS. XIV. yüzyıldan itibaren değişik formlarda karşımıza çıksa da geniş çevrelerce kabul edilip evrensel kullanımının yaygınlık kazanması; ancak İS. XVII.yüzyıldan itibaren gerçekleşmiştir." Murat Arslan]

Aksin kelimesi de ancak Türkçe ile açıklanır. Ak başlı başına öz Türkçedir, Hellenler -ks yi -x ile yazmıştır, yani kelime iddia edildiği gibi : "Erken Dönem Hellen denizcileri de Pontos’a geldiklerinde, bu denizi Avestan dilindeki axšaena ile özdeşleştirip ἄξενος [áxenos] olarak adlandırmış olabilirlerdi" Pers dilli değil, Türkçedir ve İskitlere göre de güneyde yer alır. Ayrıca Homer'in yazdığı düşünülen kitaplarının en eskisi MÖ 5.yy'dan geriye gitmez, ki MÖ.2.yy'da Efesli Zenodotus tarafından derlenip toplanmıştır. Dönem ise Hellenistik dönemdir. Yani, toponimler, hidronimler, v.s. dönemde anılan adlarıyla kayıtlara geçirilmiştir. MÖ 6.yy'dan daha eskiye giden kayıtlardaki adlarına ulaşmak da gerekir. Aynen Murat Arslan'ın da dediği gibi: [Fakat ‘Pontos Krallığı’ olarak isimlendirilen söz konusu krallığın hüküm sürdüğü zamanlarda gerek kralların gerekse halkın kendilerine ne ad verdikleri kesin olarak bilinmemektedir.] - SB






KARADENİZ - AXİNE - EUXİNE
Axine Pontos = Konuk Sevmez Deniz (erişilemez)
Euxine Pontus = Konuk Sever Deniz (erişilebilinir)
AXİNE = AKSİNE = AKSIN.


Haritadaki Türk boylarının (Budin,Thyssagatae, Scythe, Agathyrsi, gibi)  coğrafik konumuna bakarak ve de Türkler'de yönlerin renklerle belirtildiğini hatırlarsak, Karadeniz'e bir zamanlar AK denilmesi şaşırtmamalıdır. Çünkü, İskitlerin yoğun olarak yaşadığı bölge Karadeniz'in kuzeyinde kalır. Bu sebeple güneylerinde kalan bölgenin AK olarak adlandırılmış olma olasılığı vardır. Ancak, Karadeniz çevresinin yoğun Saka Türklerinden dolayı Aşkenaz kelimesinin Yunanca karşılığı olarak Axine (Aksine) demiş de olabilirler. Yabancıların "Konuk sever(miş), sevmez(miş)" [aslında, geçit veren-vermeyen anlamında] açıklaması ise mantığa aykırıdır. Axine deki -sin ekini SİNMEK kelimesi ile de açıklayabiliriz, çünkü sinmek "korkmak" veya "damlamak" anlamındadır. Aksine zamanla Euxine (x=ks) olmuş. Hellence konuşanların Türkçe kelimeleri "Türkçe" olarak kaydedebileceklerini düşünmediniz herhalde ! Tıpkı "kardeşi" kelimesini "Carthasis" olarak kaydetmeleri gibi, duydukları gibi kayıtlara geçmişler... - SB.



siŋ- ‘gizlenmek, saklanmak’: [* -sin buyrum kipi olarak ta geçer. Gel-sin veya Ak-sın da ki gibi; (aksın: sıvının akıtılması...)SB] Kelime, Eski Uygur Türkçesinde sing- ‘damlamak’ şeklinde (EUTS), Orta Türkçede (DLT) sing- ‘gizlenmek, saklanmak’ olarak geçmektedir (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçedeki şekliyle siŋ- olarak; ancak Eski Uygur Türkçesindeki ‘damlamak’ anlamından farklı olarak DLT’deki ‘gizlenmek, saklanmak’ anlamıyla kullanılmıştır:  “ galannā burdu siŋnemmiş.” (‘Kalanlar burada gizlenmiş.’: AA, 43/22).

Yrd. Doç. Dr. Ertan Besli, Arş. Gör. Ali Osman Yalkın





***

Dr.Georgios Nakracas

Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni
kitabından



PONTUS VİLAYETLERİ

Pontus, erken antik çağda, Hitit dönemi (İ.Ö. 1700-1200) ve Frig dönemi (İ.Ö. 1200-676) olmak üzere, iki tarihî dönem yaşadı. Bu dönemlerde nüfusu Hitit, Frig, Kolkh ve Kaideli kökenliydi. İ.Ö. 676’da Kafkasya’dan gelen Kimmerler, Anadolu’yu istila etti ve Frig Krallığını egemenlikleri altına alıp. İ.Ö. 546’ya dek Orta Anadolu ve Pontus’u kapsayan bölgeye yerleştiler.

Pontus’a Yunan kolonizasyonu Kimmer egemenliği döneminde başlamış olsa gerek. Bu olay, kıyı şeridindeki soy mozaiğini Yunan öğesiyle zenginleştirmiş oldu. Pontus kıyılarına Yunan kent-kolonilerinin ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmemektedir. Tarihî kaynaklar, Miletosluların Sinop, Amisos (Samsun) ve Trabzon’u İ.Ö. 8. yüzyıl ortalarında kurduklarını kaydetmektedir. Tarihî bilgilerin tersine, bu bölgelerde yapılan arkeolojik araştırmalar, İ.Ö. 600 öncesine ait bulgular çıkarmış değil. Miletosluların Propontis’te (Marmara Denizi) Artake’yi (Erdek) ve daha başka kent-kolonileri ancak İ.Ö. 750’de kurduktan bilinmektedir. Bu olay, arkeolojik bulgularla birlikte ele alındığında, Pontus’taki en uzak Yunan kent kolonilerinin İ.Ö. 600’den sonra kurulmuş olmaları gerektiğini varsaymamıza müsaade etmektedir.

İ.Ö. 546’da İran kökenli Medler (*), Kimmer egemenliğini yıkıp, bölgeye kendi yönetimlerini kurdular. Daha sonralan Perslerle birleşerek tüm Anadolu’ya yayıldılar. Pers egemenliğine İ.Ö. 334’te Büyük İskender tarafından son verildi. Pers dönemlerinde bile Pontus eyaletinin budunsal yapısı kesin olarak bilinmemektedir. Yunan Ulusunun Tarihi ’nde şunlar anlatılmaktadır:

"Yunan öğesinin egemen olduğu kentler dışında. Pontus devletinin budunsal yapısı ve kültürel durumu ile ilgili yeterli tanıklıklar bulunmamaktadır Taşra nüfusu belli ki Iran kökenliydi, zengin soyluların da çoğu öyleydi. Bu nüfus, önceki dönemlere ait birçok kültürel özellikleri (yani Pers. hatta Hitit özelliklerini) korumuştu."

Kesinlikle bilinen bir şey varsa, o da. Yunanlı kolonistlerin yalnızca kıyılardaki kent-kolonilere yerleştikleridir. Bu olay, İ.Ö. 546’ya dek taşra nüfusunun Asya kökenli (**) olduğu sonucuna vardırmaktadır bizi.

Bağımsız ilk Pontus devleti, ancak İ.Ö. 280’de, Büyük İskender’in ölümünden yaklaşık olarak 50 yıl sonra, 1. Mitlıradates tarafından kuruldu. Büyük İskender Pontus’tan geçmemişti. İranlı bir soylu olan I. Mithradates, Pontus kralı olarak tanındıktan sonra, Sinop, Amisos (Samsun) ve Trabzon gibi düşman Yunan kent kolonilerine yayılmayı ilk amaç olarak seçti. 223 yıl bağımsızlığını koruyan Pontus devleti, en büyük gelişimini destanî kral VI. Mithradates’in hüküm sürdüğü dönemde yaşadı (Harita 6). VI. Mithridates, Romalılara karşı 25 yıl savaştıktan sonra, I.Ö. 63’te Roma imparatorluğunun egemenliğini tanımak zorunda kaldı. Daha önce düzenlediği çeşitli akınlarla Makedonya’yı amansızca yağmalamıştı. Mithradates döneminde Pontus kıyılarındaki sakinlerin soy kökeni konusunda, Philostratos, İ.Ö. 2. yüzyıla değinirken, Pontus’un Herakleia (Ereğli) kenti sakinlerinin Yunan uygarlığına hayranlık duyduklarını, ancak Pontuslulann genelde barbar bir ulus olduklarını yazmaktadır.

İ.Ö. 63’ten itibaren Pontus bir Roma eyaleti oldu ve ardından Bizans eyaleti. Bu dönemlerde Pontus’un belirleyici özelliklerinden biri, nüfusunun çok soylu yapısı idi. Roma döneminde Hıristiyanlığın ilk üç yüzyılı boyunca Pontuslulann kökeniyle ilgili olarak, Kirtatas, İncil’in öğretiminde Yunancadan başka bir dil kullanıldığı yolunda en küçük bir işaret bulunmadığı halde, bu dönemde kentlerin dışındaki Pontus sakinlerinin tamamen Hellenleşmedikleri anlaşılmaktadır diye yazmaktadır. Bu bilginin tersine, daha kesin bilgiler veren tarihçi Prokopios, İ.S. 6. yüzyılda Trabzon’un az uzağındaki Pontusluların bile Hıristiyanlaşmayıp barbar kalmaya devam ettiklerini yazmaktadır. 

Orta Bizans döneminde Pontus’un çoksoyluluğu, tarihî bir olay olan Thomas Slavos’un isyanıyla da kanıtlanmaktadır. Tahtı ele geçirmeye çalışan bu kişi, İ.S. 820’de Bizans imparotoruna karşı Pontus’un Kaldia bölgesinde isyan başlatarak, o bölgeden topladığı Kaideli, Paulusçu (Ermeni), Med, Vandal, Get, Alan, Sarazen, Mısırlı, Asurlu ve Çingenelerden oluşan bir isyan ordusu kurmuştu. Pontus’taki Bizans egmeııliğini Osmanlı egemenliği izledi. Bu dönemde bölge, yönetsel bakımdan vilayet diye adlandırılan üç parçaya bölünüyordu. Anakara kesiminde Sivas vilayeti, batı kıyılarında Kastamonu vilayeti ve doğu kıyılarında Trabzon vilayeti bulunuyordu. 

TRABZON VİLAYETİ

Fransız İhtilaline ve 19. yüzyıl ortalarına dek Trabzon vilayeti sakinlerinin ezici çoğunluğunda ulusal kimlik bilinci yoktu. O döneme dek Trabzon vilayetinde ve tüm Pontus’ta halk kitleleri, ya Müslüman dinî kimliğini ya da Ortodoks Hıristiyan (Rum) dinî kimliğini biliyordu. Anadolu'daki halk kitlelerinin ulusal kimliği, özellikle Tanzimat reform fermanı sonrası dönemin yapay bir ürünüdür.

Padişahın Tanzimat fermanı, Pontus nüfusunun budunsal ayrımlaşmasında katalizör olarak iş gördü. Yol açtığı ekonomik özgürleşme sayesinde, büyük toprak ağalarının köleci haklarını büyük ölçüde kısıtladı. Bu reformcu değişiklik, Hıristiyan ve Müslüman toprak kölelerini bir çiftliğe bağlı kalma zorunluğundan kurtarıp, onlara başka bölgelere göç etme özgürlüğünü sağladı. Daha önemlisi, Tanzimat fermanı ve onu izleyen reformlar, bundan sonra ulusallaşan çeşitli "milletlere" kendi başlarına okul kurmaya müsaade ediyordu. Rum eğitim kurumları, Rumların önemsiz bir azınlık oldukları bölgelerde bile. Yeni Yunan ulusal bilincini oluşturma ve irredantist milliyetçi ideolojiyi işleme odaklarına dönüştü. Bu eğitim politikası, Anadolu’daki Ortodoks toplumlar için felaketli sonuçlar doğuracaktı. Bu ulusal yoğrumların sonunda Pontus nüfusunun soy mozaiği, yapay olarak ulusal gruplara aynldı. Bunlardan başlıcalan Pontuslu Rumlar, Pontuslu Türkler ve Pontuslu Ermeniler idi.

Rum tarafında yeni oluşan orta kentsoylu sınıf, özellikle öğretmen, doktor ve tüccarların öncülüğünde, gerek kiliseyi gerekse yeni kurulan eğitim sistemini kullanarak, Ortodoks Hıristiyanlar (Rumlar) arasında milliyetçiliği yaydı. Bir Yeni Yunan soysal etnik grubunun yaratılışını tarihî bakımdan yasallaştırmak üzere özellikle eğitimciler seferber oldular. Eğitimciler, öbürleri yanında, soysal keşiflerde bulundular. Trabzon Dershanesi öğretmeni S. İoannidis’in 1870’te yayımladığı kitap, bu çeşit görüşleri destekleyen karakteristik bir çalışmadır. İoannidis, Yeni Yunan ulusal bilincini yaratma çabası içinde, yazarlık nesnelliğinin tüm sınırlarını aşarak, philhellen (Yunan dostu) VI. Mithradates döneminde (İ.Ö. 63) Yunanistan’dan milyonlarca kişinin Anadolu’ya geldiklerini ve Pontus’a Yunan soyunu taşıdıklarını yazmaktadır. 

Philhellen olarak nitelendirilen VI. Mithradates’in Makedonya’ya yaptığı akınlarla orada korkunç bir can ve mal felaketine yol açtığı tarihten bilinen bir olaydır ki, philhellen niteliğiyle hiç te bağdaşmamaktadır. Öbür yandan yine tarihten bilinmektedir ki, Anadolu’ya milyonlarca Yunanlının varsayılan gelişlerinden birkaç yıl önce Güney Yunanistan insan sıkıntısı çekiyor ve Philosratos tarafından Yunanistan’ın en kalabalık kenti olarak tanımlanan Korinthos ise ancak 20.000 sakin içeriyordu. Bibliyografyada böylesine dev bir nüfus göçünden söz edilmemektedir Olay, yazar İoannidis’in hayal ürünüdür. Aynı yazar, I. Mithradates’in Büyük İskender’in dostu olduğunu yazmaktadır. Bu bilginin gülünçlüğünü göstermek için, I. Mithradates Pontus kralı ilan edilmezden 50 yıl önce Büyük İskender’in ölmüş olduğunu söylemek yeterlidir. 

Pontus’ta soysal ve ulusal Yunan kimliğinin zaman içinde sürekliliği söylencesini son yıllarda savunmaya çalışan bir başka yazar da, Çağdaş Pontus Tarihi başlıklı yapıtıyla G. Balabanis’tir. Söz konusu yazar, kitabına gerçekçi olmayan şu sözlerle başlamaktadır:

"Tecrit olmuş, yüzyıllar boyu, Soyunun esas gövdesinden yüzlerce mil uzakta, barbar ve gayrimedenî bir hakimin görülmedik baskısı altında, ulusal bilinç ve özyapısınt böylesine belirgin bir biçimde, bu denli arı ve canlı tutmuş Pontus halkı gibi küçük bir halkın eşine dünya tarihinde az rastlanır "

Pontus sakinlerinin soy kökeniyle ilgilenen Skaliris te, 1922’de Trabzon vilayetindeki Müslümanların, Osmanlı Türkleri, İslâmlaşmış Sanniler (Tçaniler’ Cahinitler veya KafkasyalIlar), İslâmlaşmış Kazlar, İslâmlaşmış Gürcüler, İslamlaşmış Kaideliler, İslâmlaşmış Çerkezler ve İslâmlaşmış Kolhklar diye ayrıldıklarını bize bildirmektedir. Türkler konusunda böyle bir ayrım yaparken, Ortodoks Hıristiyanlara gelince, yazar, Hellenleşmiş Gürcüleri, Hellenleşmiş Kazları v.s. anmayıp, yalnızca Hellenlerden söz ederek, onların antik çağın Yunanlı kolonistlerinin torunları olduklarını ima etmektedir. Böylelikle, Yeni Yunan eğitim sistemi çerçevesinde, Pontus’taki Yunan soyunun zaman içinde sürekliliğine dair gerçekçi olmayan kuramı desteklemeye çalışmaktadır.

Trabzon vilayetinin nüfus yapısıyla ilgili Türk ve Yunan bibliyografya kaynaklarındaki bilgilere göre, 19. ve 20. yüzyıllarda Hellenler nüfusun 1/4’üne tekabül eden bir azınlıktılar. 1903 tarihinde Pontus’u ziyaret eden Papamihalopulos, o dönemde Trabzon vilayetinde yaşayan Türklerin sayısını 900.000, Ortodoks Hıristiyanların (Rumların) sayısını da 225.000 olarak göstermektedir.

Yunanistan’ın toprak taleplerini desteklemek amacıyla uluslararası görüşmelerde Elefterios Venizelos hükümeti tarafından kullanılan profesör Sotiriadis’e ait budunsal istatistikte, Trabzon vilayetindeki Hellenlerin 1912’de toplam nüfusun %25,9’unu oluşturduklarından söz edilmektedir. Daha kesin olarak, Türkler 957.866, Hellenler de 353.533 kişi idiler. Sayıları 50.000’e varan Ermeniler ise önemsiz bir azınlık oluşturuyorlardı. Trabzon vilayeti, güneydeki içbölgede Gümüşhane (Argirupolis) sancağı, doğu kıyılarında Lazistan sancağı, ortadaki kıyı bölgesinde Trabzon sancağı ve batı kıyılarında Canik veya Samsun sancağı olmak üzere, dört sancağa (yönetim bölgesine) ayrılıyordu. ...


Antik çağda bu kaza bölgesi sakinlerinin soy yapısıyla ilgili olarak, tarihî kaynaklar Trabzon surları dışında Yunanlı bulunmadığını kaydetmektedir. ...

Önemli bir bölümü Yunan kökenli olan Trabzon kent nüfusu, yüzyılların akışı içinde soy yapısı bakımından köklü değişiklere uğradı. Bu yönde belirli bir örnek, Got ve Boranların (***) İ.S. 257’de Pontus kıyılarına yaptıkları akındır; onlar, ani bir saldırıyla Trabzon’u ele geçirip yağmaladılar ve sakinlerini esir alıp kaçırdılar. Bin yıl sonra uğradığı ikinci nüfus yıkımı da bir başka örnek olarak gösterilebilir; 1341 ’de Akkoyunlu Türkler, sarayı ve akropolü dışında Trabzon’u işgal edip “çok sayıda sakini” öldürdüler. Trabzon kazasının en uzaklardaki dağlık bölgelerinde nüfus, Kaideli, Pers, Kolhk (Laz), Tçani gibi salt AsyalIlardan oluşuyordu. Pontus’un bu yerli toplulukları, bazı çağdaş yazarların iddia ettikleri gibi, antik çağda Hellenleşmemişlerdir. Pontus barbarlarınca Yunan dilinin benimsenmesi, onların ancak Hıristiyanlaşmaları sayesinde gerçekleşti. Prokopios, İ.S. 6. yüzyıla dek Trabzon kilisesinin etkisinin kentin dar sınırları içinde kaldığını ve kıyı bölgesinde Sürmene’ye dek uzandığını yazmaktadır. Güneyde Trabzon’un dağlık iç bölgesinde ise yazara göre Tçaniler vahşi, barbar ve özerk olmaya devam etmişlerdir. ... Hıristiyanlaşmış, Romalılaşmış ve daha sonra Bizanslılaşmış bu Tçanilerden gelmektedirler son iki yüzyıl içinde Rumlaşmış Maçka Pontuslulan. Onlardan 1054’te imparator İsaakios Komnenos döneminde Kaideli ve Koloneli taburlarının askerleri olarak söz edilmektedir.

1185’te İstanbul’da Komnenos hanedanının devrilişinden sonra, saray muhafızlarından birçok Bizanslılar Pontus’a sığındı ve orada Skolarios silahlı taburlarını muhafaza ederek kendi siyasî gruplarını kurdular. Prokopios, gizli anılarında Skolariosların soy kökenine değinirken, Skolarios taburlarına mensup kişilerin daha İ.S. 4. yüzyıldan beri Ermeni olduklarını yazmaktadır. Bölgenin iyice Bizanslılaşmamış yerli sakinlerinin 1185’te Aınicarad taburları vardı. Fallmerayer, yerli derebeylerinin bu fraksiyonunu, üyelerinin soy kökenini göstermek için, Ortakaldeli veya Trabzonlu-Kolhk partisi, yani Laz partisi, diye adlandırmaktadır.

Sözü edilen iki fraksiyon, 1333’te aralarında çarpışmaya başladı. Üç yıl süren çarpışma, pek çok Amicaradın kıyımı ve Skolariosların siyasî egmenliği ile son buldu Bu olay, yerli Pontus toplumunun Bizanslılaşmasını daha da hızlandırdı. Pontus nüfusunun çoksoyluluğu, yalnızca halk tabakalarına özgü bir durum olmayıp, yüksek aristokrasi çevrelerini de kapsıyordu. Bu olay, Komnenos’ların Iberya (Gürcistan) ve Lazya soylu aileleriyle olan karma evlilikleriyle de doğrulanınaktadır. Bu karma evlilikler pek çoktu ve Pontus aristokrasisinin tümü Gürcü ve Laz kökenli kabul ediliyordu. 15. yüzyılda bile Pontuslular Osmanlı arşivlerinde Bizanslılar, Gürcüler, Kavazitler, Canihitler, Doranitler ve Kamahinler olarak ayrılmaktadırlar.

Yüzyılımızın başlarında gerek Trabzon’da gerekse ona yakın bölgede, Bafra piskoposu Agritelis’in liderliği ve metropolit Germanos Karavangelis’in yönlendirmesi altında Bafra ve Samsun bölgesinde görülen o korkunç şiddet olayları vuku bulmadı. Metropolit Karavangelis ki, 1904’te Makedonya’da da kanlı faaliyetinin izlerini bırakmıştı. Karavangelis’in hiç te Hıristiyanca olmayan faaliyetinin tersine, Trabzon metropoliti Hrisantos Filipidis’in -daha sonra Yunanistan Başpiskoposu olmuştur- davranışı parlak bir insanlık örneği oluşturmuştur. Bu başpapazın İnsanî davranışı, Trabzon sakinlerinin yüksek kültür düzeyinden de büyük destek gördü. Balabanis, kitabında Trabzonluları şöyle tarif etmektedir:

"Trabzon Hellenleri, ticaret ve bilimle uğraşan insanlar, öbür Pontus Hellenleri gibi ölçüsüz bir coşku duygusunun etkisi altında değillerdi... Ermeniler aleyhindeki tüyler ürpertici bunca olayın anısıyla ve ulusal gösterilerde daha ölçülü olarak. Yunan Kızıl Hacını büyük gürültülere meydan vermeden karşılıyorlar ve bu sağduyulu tutumlarıyla daha baştan Türklerin kendilerine hoşgörülü davranmalarını sağlıyorlar."

Trabzonlular, bir yıl önce Erzurum’un güneyindeki Van kentinde cereyan eden ve kentin Türk ve Ermeni nüfusunun tümüyle yok edildiği inanılmaz olayları mutlaka göz önünde bulundurmuş olacaklardır. Birinci Dünya Savaşında Kafkasya’da Türk ve Rus orduları arasında çarpışmalar devam ederken, cephe hattının gerisinde ve Türk topraklarında bulunan Van Gölü çevresinde Şubat 1915’te bir Ermeni ayaklanması oldu. Ermeni isyancılar, küçük Türk muhafız birliğini kenti terketmek zorunda bıraktıktan sonra, 17 Mayıs  1915’te Van Ermeni Cumhuriyetini ilan etti ve Türk kesimini ateşe verip üç gün içinde sivil ve asker toplam olarak 30.000’e yakın Türkü katlettiler. 22 Temmuz 1915 tarihinde kenti yeniden ele geçiren Türk ordusu, intikam amacıyla 20-25.000 Ermeniyi öldürdü.(***) Balabanis kitabında sivil Türk nüfusun katliamını sayı zikretmeden yalnızca Ermeniler tarafından Türkler tümüyle yok edildi ifadesiyle tarif ederken, Ermenilerin katliamını çok daha fazla ayrıntılarla yazmaktadır.

Ağırbaşlı bir Hıristiyan olan Trabzon metropoliti Hrisantos Filipidis, bölgesinde gerilla birlikleri kurmadığı gibi, I916’da kent Ruslar tarafından işgal edildiğinde Türkleri Ermenilerin intikamcılığından ve Rumların taşkınlıklarından korudu ve yoksul Türk göçmenlere yiyecek dağıtımını örgütledi. Trabzon’da daha sonra yeniden kurulan Türk sultanlık yönetimi, Hrisantos’un hizmetlerini tanıdı ve ona nişan verdi Aşırı milliyetçi görüşlere sahip bir yazar olan Balabanis’in Trabzon Hellenlerine Türklerin ılımlı davrandıklarını doğrulayan tanıklığı, devlete karşı isyan etmedikleri bölgelerde Pontus Ortodoks Hıristiyanlarına 20. yüzyılda Türklerin hoşgörü göstemediklerine ilişkin egemen izlenimi kendi çapında yalanlamaktadır.

Daha önceki yüzyıllarda, daha doğrusu bugünkü ulusların oluşmasının kuramsal ortamını hazırlayan Fransız İhtilalinden önce, Osmanlı İmparatorluğunda gelenek olarak pek gelişmiş bir dinî müsamaha vardı. Bunun tersine, Bizans İmparatorluğu, farklı bütün dinleri, örneğin Monofısizmi, Manisaizmi, Paulusçuluğu ve Bogomilizmi, kan dökerek ve aşırı bir dinî kincilikle ortadan kaldırmaya çalışmıştır. 

Çağımızda Trabzon kazası, kültürel ve ekonomik önemine rağmen, Samsun kazasıyla karşılaştırıldığında, %27,6’ya ulaşan çok daha az oranda Hellen nüfus içeriyordu. Hellenler, 139.763 kişilik toplam nüfûs içinde 38.625 kişiydiler. İnanılanın veya söylenenin tersine, Rumlar, yalnız Trabzon kazasında değil, Trabzon kentinin kendisinde bile azınlıklaydılar. Bu görüş, Trabzon Yunan Konsolos Muavininin 9 Şubat 1850 tarih ve 738 sayılı yazısıyla da doğrulanmaktadır. Bu yazıda Trabzon kenti nüfusunun toplam olarak 28.065 kişi ve bunlardan ancak 3.900 kişinin Ortodoks Hıristiyan olduğundan söz edilmektedir. Ortodokslar, kent nüfusunun % 13,8’ini oluşturuyorlardı. ...

Fransız İhtilali, 18. yüzyıl Avrupa’sına milliyetçilik ideolojisini getirdi. Milliyetçilik, Anadolu halk kitlelerini 19. yüzyıl ortalarında etkilemeye başladı ve bunun sonucunda Ortodoks Hıristiyanlar Hellenleştiler, Müslümanlar da Türkleştiler. Gerçekte burada sıkı sıkıya akraba bir soy mozaiği söz konusudur ve bunun ne Eski Yunanlılar ne de Türkmen akıncılarla herhangi bir ilişkisi vardır. Trabzon Frontistirio’su (Dershanesi), 1922’ye dek Hellen milliyetçilik propagandasının manevî merkeziydi. Bu propagandayla, Pontus’ta bağımsız bir Rum cumhuriyet devleti kurmayı tasarlayan Trabzon vilayeti Pontuslularınm lider sınıfından bir grubun güttüğü emeli yasallaştırmak amaçlanıyordu. 

Grubun başında Konstantinidis bulunuyordu. Bu devlet asla demokratik olamazdı, çünkü Trabzon vilayet nüfusunun ancak %25'ine ulaşan Rum öğenin, %75 gibi ezici bir çoğunluk oluşturan Türk nüfusu yönetmesi gerekiyordu. Gerçekte bir Rum diktası kurulacaktı, Türk nüfus aleyhinde ulusal arıtım uygulanarak veya uygulanmayarak. 1919’da Trabzon vilayetinde egemenlik talep eden Ermeni milliyetçilerinin hali ise tam bir çılgımlıktı; zira bölgedeki 50.000 kişilik Ermeni nüfus, 1.363.023 kişilik toplam nüfusun %3,6’lık bir oranını oluşturuyordu.

1916’dan 1917’ye dek bölge Rus ordusunun işgali altındaydı. Bu süre içinde Saııtalılar coşkuyla Rusların tarafını tuttular, kendilerini savunuyor veya komşu Türk köylerine saldırı düzenliyorlardı. 1920’de Türk devleti Santalılara af çıkardı, ancak her çeşit uzlaşmayı reddeden Santalılar af koşullarını ihlal ettiler. Santalıların Türk toplumuna ve Türk devletine karşı bu düşmanca tutumu nedeniyle, cephe gerisinde güvenliği sağlamak isteyen Kemal Atatürk, 6 Eylül 1921 tarihinde güçlü bir orduyla Santa’ya saldırdı. O sırada Yunan ordusu Ankara üzerine yürüyordu, Amacı, Megali İdea adına Türkiye’nin bir bölümünü ilhak edip, Bizans İmparatorluğunu kısmen yeniden kurmaktı. Realist olmayan bu askerî serüvenler, Bizans devletinin kısmen yeniden kurulmasını değil de, Santa’mn yıkımını, nüfusunun tümüyle yurdundan sökülüp atılmasını ve Anadolu Ortodoks Hıristiyanlarının tümünün göçmen olmasını sağladı.

Son yüzyıllar içinde Santa (Dumanlı) ve özellikle Maçka bölgesinde Klosti’ler (Dönmeler) veya Mütenassır Rumlar diye adlandırılan birçok Kriptolııristiyan (gizli Hıristiyan) bulunduğundan söz edilir. Bu tanımla Türkier, din değiştirmiş Romalıları (Rumları) kastediyorlardı. Bu Kriptohıristiyanlardan bir bölümü göçmen olarak Yunanistan’a sığındı ve bugün orada ulusal Yunanlı olarak yaşamaktadır. Köydeşlerinin ve akrabalarının büyük çoğunluğu ise Pontus’ta kaldı ve bugün orada ulusal Türk olarak yaşamaktadır. Potusluların bu sınıfı, milliyetçi eğitim çevrelerinin iddialarının tersine, çağdaş Yunan ve Türk halkları arasında ne büyük bir soy akrabalığı bulunduğunu en ikna edici bir biçimde göstermektedir. ...

Samsun kentinde 1813’lere dek Hıristiyan nuftıs bulunmadığını İngiliz sezgini Kinneir de doğrulamaktadır. O tarihte kenti ziyaret eden Kinneir, Samsun’da salt Türklerin ikamet ettiğini, komşu köylerin ise Hıristiyan olduğunu yazmaktadır. İngiliz gezgininin bu saptaması, o çağda bölgeye Ortodoks Hıristiyanların göç etmeye başlamış olduğunu göstermektedir. İoannidis, Samsun’la ilgili olarak, 1870’te kentte Kapadokya’dan gelmiş olan 150 Hıristiyan ailenin bulunduğunu yazmaktadır. 1903’te Kapadokyalı bir bilgi verici, Papamihalopulos’a Samsun Hıristiyanlarının %80’inin Kapadokya’dan gelmiş olduğunu anlatmıştır. Samsun’dan yarım saat uzaklıkta Rumca konuşan 300 ailenin yaşadığı katışıksız Hıristiyan köyü Kadıköy’den söz edilmektedir.

Gerek tarihî kaynaklardan gerekse ağızdan ağıza dolaşan bilgilerden anlaşılmaktadır ki, Ortodoks Hıristiyanların Samsun bölgesindeki yerleşim yerleri büyük bir olasılıkla 18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başlarında kurulmuştur. Bölgeye kitlesel Hıristiyan göçleri, Tanzimat reform fermanının yayımlandığı 1838’den sonra gerçekleşti. Samsun kemindeki Rumca konuşan Ortodoks Hıristiyanların çoğunluğu Kapadokya’dan. taşradaki Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyanlar ise kısmen Kalde’den (Gümüşhane veya Argirupolis) kısmen de komşu Bafra’nın Türkçe konuşan köylerinden gelmişlerdi’. Şunu da söylemek gerekir ki, Ortodoks 1 Iıristiyanlardan Kayseri bölgesinden gelenlerin tümü ve Niğde bölgesinden gelenlerin neredeyse yarısı Türkçe konuşuyordu. ...

Samsun kenti ve taşrasındaki bir kısım Pontusluların Pontus kökenli olmayıp, Kapadokya kökenli oldukları doğrulanmış bir olaydır. Bu da, en azından bu bölgeyle ilgili olarak, Pontus soyunun zaman içindeki sürekliliğine ilişkin söylenceyi çürütmektedir. Bir soy ki, hiç olmazsa antropolojik bakımdan mevcut değildir ve, Pontuslu Türklerde olduğu gibi, çoksoylu bir mozaikten ibarettir. Bu soy gerçeğinin Anadolu’nun tüm bölgelerini kapsadığına işaret etmek gerek. ...

Tüm Trabzon vilayetinde 1915’te Osmanlı İmparatorluğuna karşı ve daha sonra Kemalist rejime karşı silahlı mücadele odakları yalnızca Bafra’da ve Trabzon’un Sanla’smda (Dumanlı) oluştu. BafralIlar, belki de dağlık bölgede yaşadıkları için, savaşçı mizaçlarıyla biliniyor ve bu yüzden silahlı çatışmalara giriyorlardı. 1915’te, Birinci Dünya Savaşının ilanından sonra, bölgede silahlı gruplar belirdi; isyancı olarak değil de, Türk ordusundan asker kaçakları olarak. Bu kaçaklar, özellikle Türk köylerinden hayvan ve yiyecek çalarak yaşıyorlardı. Eski olsun yeni olsun milliyetçi Yunan yayınlarında, yakalanan Ortodoks asker kaçaklarının idam edilmeleri, Hellen öğesini yok etme çabası olarak göstermeye çalışılmaktadır. Bunun yanında Türk kaçakların da birlikte idam edildiklerinden söz edilmektedir. Bu gibi yorumlar, milliyetçi abartmalar olarak nitelendirilmelidir; zira o çağda savaş zamanında gerek Yunanistan’da gerekse öbür Avrupa ülkelerinde asker kaçaklığı suçu vatana ihanet olarak kabul ediliyor ve ölüm cezasına çarpılıyordu.

1916'dan sonra bölgede gerilla birliklerinin kitlesel bir biçimde ortaya çıkmaya başlaması, 25 Mart 1908 tarihinde Samsun’a metropolit olarak gelen Germanos Karavangelis’in faaliyetine bağlanmaktadır özellikle. Gerilla savaşını hazırlamakta oynadığı rolü, metropolitin kendisi şöyle anlatmaktadır: "Başlangıçta küçük ve düzensiz olan bu grupları, Makedonya'daki mücadelemizden edindiğim uzun süreli deneyimle, düzenli ve savaşabilir gerilla birlikleri olarak örgütlemeye başladım. Bu birliklerin sayısı çoğaldı. Onların başına bu göreve layık ve savaş deneyimi olan komutanlar geçtikten sonra, bu Unvanları ki onlara ben kendim veriyordum, bu gruplar gerçek askerî birliklere dönüştü. Her biri, taşranın bir bölgesini himayesi ve salt yetkisi altında bulunduruyordu."

Bu ruhanî kilise liderinin Makedonya’dakinin aynısı Pontus’taki faaliyeti, hem mutsuz Bafralı Ortodoksların hem de Müslümanların, girişilen karşılıklı barbarlık eylemleri yüzünden kitlesel kıyımlara yas tutmalarına neden oldu. 

1914-15’lerde, yazılanların tersine, Türk ordusu ile asker kaçağı Ortodoks Hıristiyanlar arasında küçük çarpışmalar dışında savaşlar olmadı. Savaşlar, Rusların Trabzon kentini işgal ettikleri 5 Mayıs 1916 tarihinden sonra oldu. Ruslar, cephe gerisinde Türk ordusuna ikinci bir saptırma cephesi açmaya çalışarak, Samsun bölgesindeki gerillacılara para, silah ve cephane gönderip onları takviye ettiler. Bafra’daki gerilla savaşı ilk safhasında gerçekte Kafkasya’da Rus ordusunun Türkiye’ye karşı operasyonlarını destekliyordu. Bağımsız Pontus devleti kurmaya ilişkin politik görüş, ancak 1917’den sonra dile getirildi. Bu düşünceyi ilk ortaya atan K. Konstandinis idi. Konstandinidis, 22-1-1918 tarihinde Marsilya’da düzenlenen birinci Panpontus kongresinde öbürleri yanında şunları da ilan etti: "Özgür ve demokratik bir rejim altında bağımsızlığımızı talep ediyoruz." 

İsyanın amacının bağımsız ve demokratik Pontus devleti kurmak olduğuna ilişkin bu bildirge, daha baştan uygulanamaz bir konumdaydı. Çünkü bağımsız ve demokratik Trabzon vilayetinde yönetim, demokratik çoğunluk olan 975.866 Türkün elinde değil de, azınlık olan 353.533 Hellenin elinde bulunacaktı. Konstandinidis'in belki ima edip te söylemediği şey, bağımsız bir Pontus devletinin, milliyetçi mantık uyarınca, Türk nüfus aleyhinde köklü bir ulusal arıtımı zorunlu kıldığıydı. Karavangelis görüşlerinde daha açıktı ve Hellenlerin çoğunluk olmaları için Kafkasya ve Karadeniz Pontuslularının Pontus’a zorla taşınmalarını öneriyordu. 1923’te Anadolu Hellenizminin Yunanistan’a zorla, zorunlu olarak, taşınması, Elefterios Venizelos hükümetinin önerisinden sonra gerçekleşti; Türk hükümeti ise bu öneriye önceden itiraz etmişti.

Rus desteği olmasaydı ve Samsun despotu Germanos Karavangelis tarafından milliyetçi ihtiraslar körüklenmeseydi, Bafra ve Samsun’daki isyan, yerli Hellen ve Türk nüfuslarında yol açtığı bunca acı sonuçlarla o boyutlara ulaşamazdı. ...


Son söz yerine, Nikos Dimu’nun "Yunanlı Olmanın Mutsıaluğu", 1975, (20. basım, Patakis, 2000) başlıklı kitabından bazı ilginç özdeyişlere yer veriyoruz:

* Özgünlüğümüzü aydınlatmak ve anlamak asla istemedik. Daima bir yere ait olmaya çalışıyoruz -kendimiz olmaya değil. Yeniden antik Yunanlılar olmaya çalıştık. Soyumuzun katışıksızlığını kanıtlamak için didinip durduk, Fallmerayer’e savaş açarak, ancak gerçek yapı taşlarımızı soğukkanlılıkla asla araştırmadık.

* Yüzü olmayan bir halkız. Kimliği olmayan. Yüzümüz olmadığı için değil. Aynaya bakmaya cesaret edemediğimiz için. Gerçek yüzümüzden bize utanmayı öğrettikleri için.

* Toplu bir ulusal psikanilize ihtiyacımız var mı bilmiyorum. Ancak mutlaka özbilgiye, özaraştırmaya ve özbilince ihtiyacımız var. Söylencelerden kendimizi kurtarmamız gerek, bununla birlikte kendimizi yeniden belirlememiz de...

* Bir söylence daha; "yabancı müdahalesi". Yeni Yunanlılar sorumluluklarını üstlenmeye hiçbir zaman yanaşmadılar. Kabahat her zaman bir başkasındaydı: İngiliz parmağında, Intelligence Servis’te, NATO’da, CIA’da.


Dr.Georgios Nakracas
Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni
Selanik, 2003


(*) Medler için bknz Mehmet Bayrakdar Medler ve Türkler. - SB
(**) Asya Soylular sadece İranlılardan ibaret değidlir, sonuçta Kimmer ve İskitler gibi Türkçe konuşanlara da Asyalı diyorlar!
(***) Türk ordusu hiç bir vakit sivil halkı öldürmemiştir. Öldürülen Ermeniler varsa da onlar Taşnak terör örügütüne mensup kişilerdir. Ama öldürülen Ermeniler üzerine konuşursak da, sivil Türkler öldürülen akrabaları için misilleme yapmıştır. Buna da soykırım denmez, savaş durumunda olan iki toplulukta, mukatele denir. Ayrıca, ilk kanın kimin akıttığı da önemlidir. - SB







ilgili:


Scythae - İskit
Sauromatae - Sarmatlar - İskit+Oerpata [Er-Öldüren (Amazon)] 
Tanais - Don
Maiotis - Azak Denizi
Caspium Mare - Kaspium - Kaspiy - Hazar / Gilan (Yılan) / Hyrcanian (Kurt) / Gök Deniz (doğu)
Pontus Euxinus - Euxinus - Axinus - Aksinus - AK.SIN.