27 Mayıs 2017 Cumartesi

İzmir - Hochepied - Levanten - Komprador





Arka fonda İzmir ve Divan'da ağırlanan 
İzmir'in Hollanda Konsolosu Daniël Jan Baron de Hochepied (1657-1723)




Hollanda ile ticaret 16.yy da Fransız bayrağı altında başlamış olup, İstanbul'un ilk Hollanda Büyükelçisi Cornelis Haga ile diplomatik ilişkilerimizin başlamasıyla, 1612 yılında kendi bayrakları altında devam etmiştir.


Babası Amsterdam'da ipek kumaşları satan bir tüccar olan ve Avusturya-Macar-Fransız karışımı bir aileden gelen Daniel Jean de Hochepied ilk kez 1678 yılında İzmir'e ayak basmıştır. Geliş sebebi de aslında hüzünle bitmiş aşkını unutmak içindir. Daha sonra İstanbul'a geçen Hochepied, Hollanda Büyükelçisi'nin kızıyla evlenir, fakat bu evliliği ailesi onaylamaz. O da ailesine rest çeker ve Osmanlı İmparatorluğu'nda kalmaya karar verir. Kurmuş olduğu güçlü ilişkiler sayesinde de 1688'de İzmir'e Konsolos olarak atanır. İyi bir iş çıkarması sebebiyle, 1704 yılında Alman kayzeri ile Macaristan kralı tarafından Baron ünvanıyla ödüllendirilir. Bugünün Gaziemir'i, o günün Seydiköy'ü Hochepied Ailesinin yaşadığı yerdir. Çocukları İzmir'de doğar, kendisi de dahil aile üyelerinin çoğu İzmir Protestan Kilisesi'nde gömülüdür. Ailenin geri kalan üyeleri ise Hollanda'ya dönmüştür. Hochepied Aile armasında "Üç Hilal" vardır.


Hochepied Aile Arması


Konsolos'un (1657-1723,İzmir) torunu Daniël Jean de Hochepied (1727-1796) 'in mezar taşı - Alsancak / Babası Daniël Alexander de Hochepied, Comte de Hochepied (1689,İzmir-1759,İzmir)'da İzmir'de Hollanda Konsolosu olarak çalışmıştır. /link
Daniël Jean de Hochepied (1727,İzmir-1796,İzmir) 'in kızı Maria De Hochepied'te Alsancak'ta gömülüdür./link
İzmir Hollanda Protestan Kilise mezarlığında yatanların listesi:
Maria De Hochepied (Dunant) 'de bunların arasında (1726-1801,İzmir)/PDF
Daha detaylı bilgi için link: Levantenler Seydiköy/Gaziemir (İng)


* * * 








Seydiköy'den Gaziemir'e


Tarihsel olarak Helenistik, Roma ve Bizans (Doğu Roma-SB) çağlarının yaşandığı tahmin edilen Gaziemir’in geçmişteki isimleriyle ilgili çeşitli bilgiler bulunuyor. Yunanlı yazar Nikov Kapapa “To Eebntikıoı” (1964) adlı kitabında yerleşimin isminin Sedikui, Sevdköi, Sewdi - Keui, Sedi - Keui, Sediccuil, Sedeauei, Cedicueil, Sedikueu, Sevedikeui, Sediköe ve Seydiköy olarak kayıtlara geçtiğini anlatır. 

Türk kayıtlarına göre ise bölge ismini Türklerin İzmir’e yerleşimi ile başlayan Aydınoğlu döneminde Gazi Umur Bey’in komutanlarından Seyd-i Mükremüddün’den alır. Emir Çaka Bey’in İzmir’i almasıyla başlayan İzmir’deki Türk yerleşimi Aydınoğulları döneminde daha da artar. Seydiköy’de bulunan ve kuruluş tarihi kesin olarak bilinmeyen Seyyid Mükremeddin Zaviyesi ve Dizdar Hasan Ağa vakfiyesi bir cami ve çeşme, buradaki ilk Türk yerleşiminin çekirdeğini oluşturur ve bunların ilki yerleşime ismini vermiştir. 

Seydiköy Türk yerleşimi ile ilgili en erken tarihli belge 1530 tarihli “tapu tahrir defteri”dir ve Seydiköy’ün Konya’dan göçmüş Yörük boyları tarafından kurulmuş olduğuna işaret eder. 

18. yüzyıldan itibaren Batı Anadolu’nun zeytin, üzüm, incir, pamuk ihracatına dayalı olarak uluslararası boyutta gelişiminin bir sonucu olarak Seydiköy, Ege Adaları kaynaklı yoğun bir Rum nüfus akınına uğradı ve 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, bir yandan İzmir’e güneyden giriş öncesinde kilit bir idari merkez olma özelliğine kavuştu, diğer yandan Türk nüfus ağırlığını kaybetti.

Seydiköy geçmişte Levanten ailelerin göz kamaştırıcı konaklarına ev sahipliği yapıyordu. Öyle ki İlhan Pınar “17. ve 19. yüzyılda Gezginler” kitabında Seydiköy’deki sayfiye evlerinin İstanbul’daki yalılarla boy ölçüşecek güzellikte olduğunu anlatır.

Bu gelişmede en önemli faktörlerden biri, tren yolu ile birlikte bu- günkü yerinde tesis edilen Gaziemir İstasyonu olmuştur. Yunan işgali sırasında yıkıma uğramış olduğu için, 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi sürecinde nahiye merkezi bir süre Cumaovası’na (bugünkü Menderes) taşınmıştır. Kavala’dan mübadil olarak getirilip iskan edilen yaklaşık 2 bin 500 kişi (529 aile) Seydiköy’ün yeniden imar ve inşasında önemli rol oynadı. Bu nüfusa, 1944 başta olmak üzere, sonraki yıllarda iskân edilmiş olan Bulgaristan göçmenlerinin eklenmesiyle ilçe günümüzdeki sosyo- kültürel çehresine kavuştu.


Bizans kadar eski 

Hristos D. Hamodopoulos’un anlatımına göre, Bizans İmparatorluğunun dağılmasından yaklaşık 100 yıl önce Seydiköy den bir Türk köyü olarak bahsedilir. Seydiköy o zamanın Türk ve Rum halkı tarafından bir tarım yerleşimi ve evliyalar diyarı olarak anılır. O yıllarda Türk nüfusu çoğunluktadır. 1678 yılında Hollandalı yazar Corneille Le Brun Seydiköy’de çift minareli bir camiden bahseder. Yazar 1678 yılı 9 Ekim günü 72 kişilik bir grupla Efes’e giderken Seydiköy’e uğrar. Köy hakkındaki düşüncelerini, “Bu muhteşem köye hayran kaldım. Çok şahane bir ovada yer almış. Bu kadar güzel ve mükemmel olduğu için, İzmir deki konsolosların burada yazlık evleri bulunuyor” diye anlatır. 

İlhan Pınar yine aynı eserinde Seydiköy’den “İzmir çevresindeki yerleşimler içinde kuşku yok ki en güzeli” diye bahseder. Seydiköy gezginlerin uğramadan edemediği güzellikte bir köydü. İzmir’i ziyaret eden ünlü Fransız şair ve yazar Lamartine de Seydiköy’le ilgili olarak ”Etrafı meyve bahçeleriyle çevrili, gürül gürül sularla sulanan çok sayıdaki kır evleri yaz boyunca İngiliz, Fransız, Hollandalı, Rum, Ermeni kökenli olan İzmirli ailelere bir sığınak oluyor, huzur ve canlılık veriyor” demiştir.

Seydiköy’de Van Lennep ailesinin evinde misafir edilen ünlü şair, köyün doğal güzelliklerine de hayran kalır. Lamartine “Büyük ve güzel bir köy, dağlar arasında harika bir yerleşim. Oksijeni ve ormanı bol olması köyü mükemmel bir yerleşim yapıyor. Etrafındaki üzüm bağlarının ve çeşit çeşit ağaç türlerinin olması köyün güzelliğini artırıyor. Köyde ikamet eden Rumlar bağların işlenişi ve toprağın ekilip biçilmesi konusunda çok hassas ve titizler. Çeşitli sebzeler yetiştiriyorlar, gezdiğimiz bağların her biri İtalya’daki bağlardan üstün. Kır evlerinin büyük bir bölümü ağaçlar arasında. Etrafından dereler akıp geçiyor. Bu da evlere serinlik veriyor” diye bahseder Seydiköy'den. O tarihlerde yine Seydiköy de yaşayan bir Rum doktorun evinde misafir olan Nikoy Kapapa da kitabında, “Seydiköy o kadar güzel ki, insan eli onu mükemmel duruma getirmiş. Kadınları güler yüzlü, iyi giyimli ve çok da güzeldiler. Rum kadınları eski Yunan geleneklerini koruyor ve o dönemi andıran elbiseler giyiyorlardı" der.

Ortak kutsal değer Seydi Baba 

Seydiköy’ü gören yazarların anlatımlarına göre, Seydiköy dini bir bölgeydi. Roma ve Bizans dönemlerinde önemli bir merkez olan bölgede dini törenler yapılmaktaydı. 14’üncü yüzyıla kadar Bizanslıların yaşadığı, bu yıllardan sonra da bir Türk köyü olan, ardından İzmirli Levantenler ve Rumların yerleştiği bölgede halk kaynaşmış durumdaydı. Öyle ki Seyyid Mükerremüdin’in hatırasını taşıyan Seydi Baba’yı Türkler ve Rumlar aynı saygıyla ziyaret eder, ona ait olduğu düşünülen kabrin yanındaki çeşmenin suyundan her iki grup da şifa beklerdi. Seydi Baba’yı kendileri için de kutsal birisi olarak kabul eden Seydiköylü Rumlar, mübadele sonrası gittikleri Yunanistan’ın Selanik kentinde Seydi baba anısına bir şapel yaptırmışlardı

Gaziemir Belediyesi Kültür Danışmanı Arkeolog Ercan Çokbankir, “Geçmişten Günümüze Seydiköy Gaziemir” kitabında mübadele ile Selanik’e giden Seydiköylü Rumların da Seydiköylü Müslümanlar gibi Seydi Baba’yı ziyaret ettiklerini, mezarı başındaki çeşmeden su içip şifa bulduklarını, Seydi Baba’yı dedeleri olarak kabul ettiklerini aktarır. Seydi Baba’ya ait mimari değeri olan düzgün bir yapı günümüze ulaşmış değil. Ancak Gaziemir Belediyesi, yıllardır ziyaret edilip dualar okunan türbe ve çevresini yeniden düzenleyerek bir rekreasyon alanına çevirmiş.

Tren istasyonundan Anı Evi’ne 

İzmir’in çok sayıdaki tren istasyonu arasında ayrıcalıklı bir yere sahip olan Seydiköy Tren İstasyonu; 19. yüzyılın sonlarında yapıldı. O dönem, İzmir’de özellikle yabancı uyruklular ile kente gelen yabancılar ve levantenler, eğlenme ve dinlenme için Buca, Bornova ve Seydiköy’e geliyordu. Bu bölgeler 19. yüzyılın ilk yarısı içinde varlıklı ailelerin yazlık köşklerinin bulunduğu yerler olarak da anılıyordu. Bu banliyölerin sürekli iskân edilmesi, ancak ulaşım olanaklarının iyileştiği ve özellikle demir yolu bağlantılarının sağlandığı 1876 yılından sonra arttı. 

1876 yılı Aralık ayında işletmeye açılan Gaziemir-Seydiköy bağlantısını, Seydiköylü Fotiadis (Seydiköylü zengin Rumlar’dan) ve Purser aileleri hattın yapım masraflarını karşılayarak sağlamış, bu nedenle imtiyaz hakkını da almışlardı. 1907 yılının Ekim ayında 6 bin lira karşılığında imtiyaz hakkı, adı geçen bu kişilerden, Aydın Demiryolu Şirketi’nce devir alındı ve şirket daha sonra tamamıyla Türklerin eline geçti. Bu hat üzerindeki Seydiköy İstasyon binası da o dönem inşa edildi ve trenler buraya 1986 yılına kadar uğradı. 

Gaziemir’in tarihi değerlerinden biri olan Seydiköy Tren İstasyonu, ilçenin tarihini gün yüzüne çıkarma çalışmaları kapsamında “Anı Evi” ne çevrilmiş durumda. Tren istasyonu hala buram buram tarih kokuyor. Eski bir Seydiköy evi özelliğini taşıyan Anı Evi’nde 1925-1950 yılları arasında Seydiköy’de yaşayan bir ailenin ev hayatı da canlandırılıyor. Gelin odası, oturma odası ve mutfak bölümlerinin bulunduğu binada, dönemin kıyafetleri kadın, erkek ve çocuk maketleri üzerinde sergileniyor. Eski tabak ve mobilyalardan, tütün kırarken kullanılan lüks lambasına kadar detaylı malzemelerin bulunduğu Anı Evi’ne gelenler hem geçmişi yâd ediyor hem de Gaziemir’in tarihi ile ilgili detaylı bilgi sahibi oluyor. Bir odası da kütüphane olarak ayrılan Anı Evi’ni mübadeleyle Yunanistan’a giden Seydiköylüler de ziyaret ediyor.


İzmir Dergisi sayı 35 - Şubat-Mart 2016





İlhan Pınar "17.ve 19 yüzyılda Gezginler" kitabından

"1753 yılının 7 Mayıs günü İngiliz papaz Bay Brown ve diğer dostlarla birlikte İngiliz konsolosluğunun bize tahsis ettiği atlara binerek Sevdiköy e gittik. Kalenin çevresinden geçerek Buca'yı sol tarafımızda bıraktık. Sevdiköy civarında çok zeytin ağacı olduğundan dolayı burası sanki yağ köyü. Sevdiköy çok kötü bir durumda ve burada yaşayan köylüler büyük bir yoksulluk içinde, ayrıca köydeki zengin evleri servilik ve zeytinlikler içindedir. Sevdiköy'de sayfiye evi olan İngiliz konsolosu Bay Crowly bizleri Bay Van Lennep in çok büyük olmayan ama altı odasının yanı sıra büyük bir oval salonu bulunan şirin sayfiye evine götürdü. Daha sonra Bay Death in evine uğradık. Bay Death'in evi Sevdiköy'ün en güzel evi. Ev birkaç kemer üzerine kurulmuş ve yaklaşık 10.000 kuruşa mal olmuş." 

"Bir gün Bayan Pauline, Hollanda konsolosu Lennep'in yeğeni Kont Hochepied'den bir davet almıştır. Kont, Buca ya 1 saat uzaklıkta Hollandalı zenginlerin yoğun olarak yerleştiği Sevdiköy'deki evinde parti verecekti. Pauline ile birçok genç ve güzel kadın ve kız iyi eğitilmiş eşekler üzerinde yola çıkmışlardı. Mersin, okaliptüs ağaçlarının palamut meşelerinin ve zakkumların arasından tümseklerle çevrili şirin ve verimli topraklardan geçmişlerdi. Manzara gerçekten görülmeye değerdi. Renklerin cümbüşünü yaşayarak Sevdiköy'e ulaşırlar ve doya doya eğlenirler. Bu güzel partiden ayrılmak üzereyken eve gelen zaptiyelerden dolayı bir sıkıntı yaşansa da bu parti hoşça geçer."

"Meles Çayı Buca ve Seydiköy ve şehrin suyunu taşıyan kemerler de ayrı bir güzellikteydi. Yol üzerinde önce gümrük emininin konağının yanından, daha sonra da sahip olduğu birçok sayfiye evinin yanından geçtik. Konak dıştan göründüğü kadarıyla İstanbul'daki yalılarla boy ölçüşecek güzellikteydi. Güneşin batışıyla birlikte Hollanda Konsolosu Baron Hocchepied'in Seydiköy' deki evine girmek üzereydik. Hochepied ailesi ve Van Lennep gibi akrabalarından oluşan birkaç İngiliz ailesi Seydiköy'ün Frenk sakinlerini oluşturuyordu. İzmir çevresindeki yerleşimler içinde kuşku yok ki en güzeli Seydiköy. Fakat o kadar kötü bir suyu vardı ki, birkaç gün içinde herkes hasta oldu. Ev çok büyük bir bahçenin içinde, bahçede yürüyüş yolları, doğuda bilinmeyen bir zevki tattırıyordu. Seydiköy'ün çevresinde de gezilebilecek şirin yerler vardı. Fakat en güzel yer Damlacık Pınarı'ydı. Bir başka akşam Lennep'lerin evinde toplandık ve doyasıya eğlendik. Baron Hochepied in evinin avlusunda, çok eski bir kabartma görmüştüm. Burada yer alan eski silah kabartmaları çok ilgimi çekmişti. Seydiköy' e giderken de yolun iki tarafında bulunan iki lahit dikkatimi çekmişti. Bay Roubau bana antik ve nümizmatikle ilgilenen Mikuli Logiotato adlı Kandiyalı birisinin adresini vermişti. Ben de bugünkü yerleşim yerlerinden bazılarının antik dönem adlarını öğrenmek ve oralardaki kalıntılar hakkında bilgi almak amacıyla onu ziyarete gittim. Fakat pek fazla bilgisi yoktu, sadece coğrafik bilgiler verdi. 15 Temmuz sabahı da misafirperver ev sahibimizden ve iki şirin ve güzel kızından ayrılarak şehre döndük." 

Madam Hochepied için:

"İzmir de bulunduğum sırada Hollandalıların Konsolosu önceki konsolosun oğluydu. Ölen konsolosun dul eşi İzmirliler arasında 'Madam Hollanda' olarak anılan yaşlı bir kadındı. Çok akıllı ve amazonvari bir kahraman olan bu kadın, iyi yaşamı ilginç ve erdemlilik anlayışı ile on dil bilmesiyle Türkler arasında da ünlenmişti. Herkese akıl ve öğüt veren birisiydi. Bu insanlardan sadece İzmir'de değil İstanbul da bile bahsediliyordu."

"Richard Robert Madden, 1825 yılı anılarında, Kont Louis Auguste Forbin 1817 yılı Hollanda Konsolosluğu yapan aynı zamanda İzmir in en zengin Bankerlerinden Kont Hochepied'in Seydiköy'de, bahçesi Avrupa'daki emsallerini anımsatan güzellikte bir eve sahipti. Kontun çok ilginç bir de ailesi vardı."

"Kont Hochepied bizi kapıda tek başına karşıladı. Sahibi olduğu sanat yapıtlarını göstermek ve bunlar üzerindeki bilgisini anlatmaktan büyük zevk alıyordu. Nefis pasta ve şerbetlerin bulunduğu masaya geçmiştik. Aynı anda dışardan silah sesleri kulağımıza geldi. İçeriye Türk zaptiyeler girdi. Evin görkeminden dolayı yüzlerinden saklayamadıkları utangaçlıkla evi bahçeyi aramak için izin istiyorlardı. Bir süredir güvenlik sorunu olan çevrede biraz önceki soygun sırasında bir Yahudi'nin öldürüldüğünü ve katillerin kaçtıklarını, bu yüzden evi arayacaklarını söylediler. Müslümanlar kendilerine sunulan şerbeti içtikten sonra evi aramaya başladılar. Yüzlerinde korku ifadesi vardı. Kendilerini tehlikeye atmaktan çekindikleri için gürültü yapıyorlardı. Tabii zaptiyeler kimseyi bulamadılar."

Bu hatıralarını okuduğumuz Madam Hochepied ile ilgili bilgiler aktarmak istiyorum. Hochepied ailesi 17 yüzyıldan beri İzmir yakınındaki Seydiköy de yaşıyordu. Aile tarafından yazılan bir kitapta belirtildiğine göre Daniel de Hochepied karısıyla Seydiköy'de tam bir hanedan hayatı yaşamışlardı. Madama Han lakabıyla anılan Hochepied, bu bölgenin kudretli bir kraliçesiydi. 

Bir keresinde bir köylü madama gösterilmesi beklenen hürmeti göstermemişti. Buna çok kızan Madam derhal İzmir'e gelerek zamanın valisine şikâyette bulunmuştu. Seydiköy'e döndüğünde suçluyu öldürülmüş ve kapısında asılı olarak bulmuştu. (!!!-SB)

Hochepied ailesinden Barones Clara Hochepied'e de "Madama Han" lakabı takılmıştı. Bu bayan o kadar aydın ve çalışkandı ki, Frenk mahallesinde 300 kişilik bir tiyatro binası oluşturmuştu. Burada sanat gösterileri yaptırmıştır. 1824 yılında yeniden faaliyete geçen Amatör Oyuncular Tiyatrosunu himayesine almıştır. İzmir, Buca ve Seydiköy'de tiyatrolar oynanmasını sağlamıştır. Daniel De Hochepied 1720-1790 yılları arasında yaşamıştı. Konsolos De Hochepied'in oğlu idi. Jacgues De Hochepied adında bir oğlu, Anette diye bir kızı vardı. Jacgues De Hochepied de İzmir'de Hollanda konsolosluğu yapmıştı.

Böylece, Hochepied ailesinin İzmir'deki yaşamlarında 1920 yıllarına kadar gelmiş oluyoruz. Anılarını okuduğumuz Madam Hochepied ailesi o dönemlerde Seydiköy'ün sembol ismiydi. Günümüzde İzmir'de yaşayan Giraud (Jiro) ailesi Bornova'nın, Cumaovası'nda çiftlikleri olan Von Heemstra ailesi de 1920 yıllarına kadar bu bölgede yaşamış sembol isimlerdendir. Von Heemstra hepimizin tanıdığı sinema oyuncusu Audrey Hepburn'ün (1923 - 1999) dedesidir.

haberdükkanı linkinden alıntıdır.



* * *


Soner Yalçın - Efendi kitabından:


... Evliyazade Mehmed Efendi İzmirli zengin tüccarların yaşadığı Tilkilik Mahallesi'nde oturuyordu. Tilkilik'in o dönemdeki adı Dönertaş'tı. Dönertaş ise adını, 1814 yılında Osmanzade Seyid İsmail Rahmi Efendi tarafından yaptırılan Dönertaş Sebili'nden almıştı. Yüz yetmiş beş haneden oluşan Tilkilik'te, çoğunluk Yahudi nüfusundaydı...

1860'lardan itibaren Galata'daki Komisyon Hanı ve Havyar Hanı'nda gayri resmi borsa kuran Baltacı, Zografos, Boğos, Jorj Zarifi gibi bankerler, 19 Kasım 1871'de yürürlüğe giren "Dersaadet Tahvilat borsası Nzamnamesi"yle resmi piyasayı da ele geçirdiler.

Kolay para kazanma hırsına kapılan Midhat Paşa ve Namık Kemal'e kadar bazı aydınlarda da borsada oynadılar ve doğal olarak hep kaybettiler. Osmanlı aydını, spekülasyoncuların, büyük bankaların ve Avrupa devletlerinin elinde şaşkına dönüvermişti... Bu rüzgardan en ço ketkilenen kentlerin başında İzmir geliyordu.

İzmir 19.yüzyılın ikinci yarısında dünyanın sayılı "serbest bölge limanlarından" biri olma yolunda hızla gelişme gösterdi. Özellikle Amerika'daki iç savaş pamuk ihracatında patlamaya yol açmıştı. Üzüm, incir ve tütün ihracatında büyük artış vardı.

"İhracat patlamasını" rakamlarla örnekleyeyim: 1839'da İzmir limanından 91 gemi 15.000 ton yükle İngiltere'ye giderken; 1845'de gemi sayısı 196'ya, taşıdıkları yük ise 35.000 tona ulaştı.

İzmir'de on yedi ülkenin konsolosluğunun bulunması bile tek başına bu kentin, Osmanlı ticaretindeki önemini göstermeye yeter. Yabancı ticarethaneler ile bankalar tarafından yönlendirilen ve çoğunluğu yerli olan tüccarlar, gerek Avrupa sanayi mamullerinin kırsal alanlara girişini kolaylaştırılması, gerekse ihracat mallarının üreticiden alınması için aracılık yapıyorlardı.

Evliyazade Mehmed Efendi işte bu yerli simsarlardan biriydi.

"Sebilürreşaf'tı, yani "komprador"!

Evliyazade Mehmed Efendi'nin "iş ortağı" J.J.Frederic Giraud adlı bir Levanten'di!

Koç Ailesinin akrabası Giraudlar

Evliyazade Mehmed Efendi'nin "iş ortağı" J.J.Frederic Giraud'nun dedesinin babası Jean Baptiste Giraud, 4 Ağustos 1742'de Fransa'da Nice yakınlarındaki Antibes'de doğdu. İddialara göre, 1780 yılında Fransız ihtilali'nden kaçarak İzmir'e geldi.

18.yüzyılın ikinci yarısından sonra, Fransa'nın içinde bulunduğu ekonomik ve toplumsal koşullar, ülkede büyük mali bunalımların doğmasına neden oldu. Halk yığınlan yoksulluk çekerken, başta ticaret burjuvazisi olmak üzere tüccarlara yeni büyük vergiler getirildi.

Giraud, İzmir'e gelip yerleşince hemen şirket kurması onun ne Kilise'yle ne de aristokrat sınıfıyla bir ilgisi olmadığını gösteriyor. Çünkü onlar ticaretle ilgili değillerdi. Sonuçta, büyük ihtimalle Fransa'nın o dönemdeki iktisadi ve toplumsal yapısındaki kargaşalık yüzünden İzmir'e gelmişti.

"J.B.Giraud and Co" adında bir firma kuran J.B.Giraud kısa sürede İzmir'in itibarı en yüksek tüccarlardan biri oldu. Üç çocuğu vardı: Magdaleine Blanche Victorie, Alexander Jean Baptiste ve Frederic.

Frederic sessiz ve ağırbaşlı biriydi. Fazla kabiliyetli sayılmazdı. İzmir'de büyük bir oteli olan Gion ailesinin kızı Maria'yla evlendi. İki çocukları oldu: Jean Baptiste ve Helene Elisabeth.

Evliyazade Mehmed Efendi'nin "iş ortağı" J.J.Frederic, Jean Baptiste Giraud'un oğluydu. Annesi soylu bir Fransız aileye mensuptu: Kont Jacgues HOCHEPİED'in kızı Anne Marie de Hochepied.

Giraudlarda soylu isim çoktu: İzmir'e ilk gelen büyükbaba Jean Baptiste Giraud'un eşi Helen Tricon, Venedik Konsolosu Louis Cortazzi'nin kızıydı.

Evliyazade Mehmed Efendi'nin iş ortağı J.J. Frederic'in kuzeni Helene, Rusya Konsolosu Jaba'yla evlenmişti!
J.J. Frederic'in halası Helene Elisabeth de, Kont Jacques Hochepied'nin oğlu Kont Edmond'la evlenmişti.

Mini parantez: Hochepied ailesi daha sonra Hollanda'ya göçüp, Hollanda vatandaşı oldular. Niye Fransa değil de Hollanda vatandaşı olmuşlardı ? İzmir'deki "Hollandalılar" ayrı bir kitap konusudur. Örneğin Hollanda'nın İzmir'deki ilk konsolosu Nicolini Orlando, Hollandalı değil, İzmirli Yahudi bir Levanten'di. Neyse, Giraudların akrabalık ilişkileri bu kitabın konusu değil.

Son bir bilgi ekleyip konuyu kapatalım: Vehbi Koç'un torunu Mustafa Koç, Giraudların kızı Caroline'le evlidir.

Gelelim Evliyazadeler ile Giraudların iş ortaklığına...

Evliyazade Mehmed Efendi, İzmir çevresinden topladığı çekirdeksiz ve razakı üzümleri ve Aydm'daki yerli üreticiden aldığı incirleri Giraudlara satardı. Giraudlar bunları dönemin son sistem makinelerinde elden geçirip, özel kutu ve torbalara koyarak Avrupa ve Amerika'ya ihraç ederlerdi. Giraud ailesi ayrıca pamuk işiyle de ilgiliydi. Bunun nedeni akraba oldukları İzmir'in bir diğer Levanten ailesi Whittalllerdi...

Charlton Whittall, Breed and Co. firmasının elemanı olarak İzmir'e, 1809 yılında on sekiz yaşındayken geldi. 100 pound maaşı vardı! Ancak ticarete çok yatkındı. İki yıl sonra kendi şirketi "C. Whittall and Co."yu kurdu. Beş yıl sonra, büyükbaba Jean Baptiste Giraud'un kızı Magdaleine Blanche Victorie Giraud'yla evlendi. Fransız Protestanlar, yerleştikleri Bornova'yı Fransız köyü yapmışlardı.

Fransızca konuşulan Bornova, Whittall ailesi yerleştikten sonra İngiliz semtine dönüştü. Whittalller zamanla Bornova'yı büyütüp genişlettiler. Özellikle yabancılara gayrimenkul edinme hakkını veren 1856'daki Islahat Fermanı'ndan sonra Whittalller tarafından pek çok ev ve 1857 yılında bir de aile kilisesi yaptırıldı. Whittall ailesinin Osmanlı ekonomisindeki önemini anlamak için bir örnek yeterli olacaktır: 

Osmanlı Sultanı Abdülaziz 1863'te İzmir'e geldiğinde Whittalllerin malikânesinde ağırlandı. Peki İzmir'e ayda 100 pound kazanmak için gelen Charlton Whittall nasıl zengin olmuştu ?

Charlton Whittall, 1811'de ilk şirketi "C. Whittall and Co."yu kurup kısa zamanda kendini İzmir piyasasına kabul ettirdi ve 13 şubat 1812'de, İzmir'deki İngiliz tüccarların katılmak için çok uğraş verdikleri, "Levant Co." üyeliğine kabul edildi. Nedir bu "LevantCo." İzmir'deki İngiliz tüccarların kurduğu bir şirketin adıydı "Levant Co.".

Bu anonim şirket kurulmadan önce, İzmir'den İngiltere'ye gidecek tüm mallan Venedik gemileri taşıyordu. Ancak, 1793'te Fransa İngiltere'ye savaş açınca Akdeniz'deki korsanlık hareketleri çok artmıştı. Dönemin korsanlan Venedik gemilerini arka arkaya batırınca, Venedikli tüccarlar İngiliz mallarını taşımamaya karar verdi. Bunun üzerine İzmir'deki İngiliz tüccarlar 'Levant Co." şirketini kurdular. Üye sayısı bir ara sekiz yüzü buldu. Yirmi dört gemiden oluşan bir ticarî filoları vardı. İzmir'in İngiltere konsolosunu onlar atıyor, konsolosun maaşını onlar veriyordu!

Akdeniz'de güvenlik sağlanınca "Levant Co." 1825 yılında feshedildi. Onun yerini İngiliz şirketleri aldı. Bunların en büyüğü "C. Whittall and Co." şirketiydi!

İzmir'in ticaret yaşamıyla ilgili olarak A. Şehabettin Ege şu bilgileri veriyor:" İzmir'de zengin ithalat ve ihracat işleri başlıca üç yabancı firmanın elinde toplanmıştı. Kapitülasyonlardan geniş biçimde yararlanan bu firmalardan biri İngiliz Whittall şirketiydi. İkincisi Fransız Giraudlar ve üçüncüsü italyan Aliotti'ydi. Ege'nin ana maddeleri olan üzüm, incir, palamut, meyankökü, meyanbalı bu firmaların elinde toplanmıştı." (Demokrat İzmir gazetesi, 25 mart 1976)

İzmirli Levantenler arasında italya'dan, Fransa'dan, İngiltere'den gelmiş Yahudi Levantenler de vardı. Francolar, Russolar gibi... Şimdi tüm bu bilgilere son bir ekleme yapalım... Ne demiştik, Evliyazade Mehmed Efendi, J.J. Frederic Giraud'yla "iş ortaklığı" yapıyordu.

Bilgiyi genişletelim: J. J. Frederic Giraud nerede çalışıyordu ? "C. Muttali and Co." şirketinde. Yani, büyük halasının kocasının şirketinde! Yani, Evliyazade Mehmed Efendi hem Giraudlann hem de Whittalllerin "iş ortağı "ydı! J.J. Frederic Giraud, "dünürleri" Whittalllerin şirketinde, kuruyemiş ihracatı ve demir ithalatından sorumluydu. Evliyazade Mehmed Efendi'nin zenginliğinin kaynağı buydu. Yazdığımız gibi, Evliyazade Mehmed Efendi bir "komprador"du.

İzmir Belediye başkanlığına neden Evliyazade Mehmed Efendi atanmıştı ? 

İzmir Belediyesi de, tıpkı istanbul Belediyesi gibi yabancı tüccarların istekleri sonucu düzenlenmişti. Belediyeler "yeni piyasa düzenine" uyum sağlama araçları olarak, zorunluluk sonucu kurulmuştu. Daha doğru bir deyişle: yabancı tüccarların dayatmasıyla... Evliyazade Mehmed Efendi'nin göreve getirilmesinde başta Giraud-Whittall ailesi olmak üzere yabancı tüccarların katkısının olmaması imkânsızdır. Ayrıca İzmir'deki konsolosların etkisini de unutmamak gerekir. 

Tanzimat'ın önemli isimlerinden Sadrazam Ali Paşa, 1850- 1884 yıllan arasında Osmanlı'nın Londra büyükelçiliği Musurus Paşa'ya gönderdiği mektupta bakın ne diyor: "Görevini yaparken, konsolosların hoşuna gitmemek bedbahtlığında bulunan bir vali mahvolmuş demektir."

Bu tür olayların Osmanlı tarihinde örnekleri vardı: 1853 yılında Avusturya konsolosu, aralarında geçen bir sürtüşme nedeniyle İzmir Valisi Ali Paşa'yı azlettirmişti. İzmir'de konsoloslarla kimler yakın ilişki içindeydi ? Levanten aileler! Giraud, Whittall gibi Levanten ailelerle dostluk ve iş ortaklığı bulunan Evliyazade Mehmed Efendi belediye başkanı olmasın da kim olsun!.. Avrupa'nın sermaye grupları, Osmanlı topraklarında, komprador tüccardan sonra komprador bürokrasi inşa ediyordu!..

Efendi, Beyaz Türklerin Büyük Sırrı
Soner Yalçın









KOMPRADOR, Sömürgeci ülkelerden gelen, yabancı "ortaklıklar" yararına çalışan yerli halktan kimse, aracı tüccardır. 

"Onlar" zenginleşip ün, şan kazanırken, sana da tepeden bakıp üstünlük sağlarken, hatta hürmet göstermeyince de seni cezalandırırken, sen cephelere git, vatan için savaş, geride bıraktıkların ekmek için çalışırken, borçlanırken, toprağını kaybederken, günden güne fakirleşirken, aşağılanırken, sen cepheden geri dön ve kendi toprağında ırgat ol...Bana İngilizlerin İşgali altındaki Hindistan'ı hatırlattı... Hani İngilizlere "Sahip" dedikleri dönem...(1932 yılında geçen "İndian Summers" dizisi tavsiyedir) Bugün mü? Aslında pek de farklı değil "SAHİP"! Kendi ülkende ikinci sınıf vatandaş olmak işte buna denir. .... SB.

















II.Dünya Savaşı'nda Hollanda'daki Esir Kampında "Bitirilen" Hayatlar...






Amesfoord Esir Kampında Ölen Özbek-Kazak-Kırgız Türkleri




Yer Hollanda, yıl 1942: Çoğu Özbek 101 Orta Asyalı neden öldürüldü?

Orta Asya'daki evlerinden Alman ordusuna karşı savaşmak için yola çıktılar. Sonrasında üstlerinde paçavralarla esir olarak Hollanda'daki toplama kampına getirildiler. 1942 yılında Amersfoort kenti yakınlarında bir ormanda öldürülen çoğu Özbek 101 Orta Asyalıyı hatırlayanlardan çok azı hayatta. Öyle ki Hollandalı dikkatli bir gazeteci olmasa belki de tamamen unutulacaklardı.

Her baharda kadın-erkek, yaşlı-genç yüzlerce Hollandalı, Utrecht yakınlarındaki Amersfoort kenti yakınlarındaki bir ormanda toplanır. Bu insanlar Naziler tarafından tam bu noktada silahla infaz edilen ve yarım yüz yıldır unutulmuş olan 101 meçhul Sovyet askerini anmak için mumlar yakarlar.

Burada yatanların hikayesi Rusya'da birkaç yıl çalıştıktan sonra 18 yıl önce Amersfoort'a geri dönen gazeteci Remco Reiding'in yakınlarda bir Sovyet savaş mezarlığı olduğunu öğrenmesiyle başladı.

Reiding "Daha önce hiç duymadığım için şaşırmıştım. Mezarlığı ziyaret ederek arşiv bilgileri ve tanıklıklar aramaya başladım" diyor. Araştırmaya başladığında mezarlıkta 865 Sovyet askerinin yattığını, 101'i dışında hepsinin cansız bedenlerinin Hollanda'nın diğer bölgelerinden ve Almanya'dan getirildiğini, fakat isimsiz 101 kişinin orada, Amersfoort'ta öldürüldüğünü öğrendi.

Almanya'nın Sovyetler Birliği'ni işgale başladığı ilk haftalarda Smolensk yakınlarında esir düşen bu 101 kişi, işgal altındaki Hollanda topraklarına propaganda amacıyla getirildi.

"Özellikle Asyalı görünüme sahip esirleri seçip, Nazilere direnç gösteren Hollandalılara sergilemek istiyorlardı. "Alt insan" diye tanımladıkları bu insanları gördükten sonra Sovyetlerin neye benzediğini anlayan Hollandalıların Almanya'ya destek vermesini umuyorlardı" diyor Reiding.

Nazilerin Sovyet halkları hakkında düşüncelerini değiştirmeye çalıştığı kişiler ise Amersfoort'taki toplama kampında kalan Hollandalı komünistlerdi. 1941'den beri Yahudilerle birlikte bu kampta tutuluyorlardı. Fakat plan işe yaramadı.

Bugün 91 yaşında olan Henk Broekhuizen, hâlâ hayatta olan az sayıda tanıktan biri. Ergenliğinde Sovyet esirlerinin kente getirilişini izlediğini hatırlıyor.

"Gözlerimi kapattığımda yüzlerini hatırlıyorum" diyor ve ekliyor: "Paçavralara bürünmüşlerdi, hiç askere benzemiyorlardı. Yalnızca yüzlerini görebiliyordunuz. Naziler onları tren istasyonundan kampa kadar ana caddeden yürüttüler. Çok küçük ve güçsüzlerdi, ayaklarına da çaput bağlamışlardı. Bazıları arkadaşlarının koluna girerek güçlükle yürüyebiliyordu."

Bazı esirler, kendilerini izleyen halkla göz teması kurmuş, el hareketleriyle aç olduklarını anlatmaya çalışmışlardı.

"Onlara su ve ekmek getirdik. Ama Naziler hepsini ellerimizden alıp yere attı. Yardım etmemize izin vermediler" diyor Broekhuizen, Onları bir daha görmediğini söyleyen Broekhuizen, başlarına ne geldiğini de bilmiyordu. Fakat gazeteci Remco Reiding Hollanda arşivlerine girerek yaşananlarla ilgili belgeler bulmaya başlamıştı.

İlk fark ettiği, çoğunun Özbek olduğuydu. Toplama kampındaki yetkililerin de bundan haberi yoktu. Yalnızca Rusça konuşan bir Nazi görevlisi onları sorguladıktan sonra bunu öğrenebildiler. Reiding, bu kişilerin çoğunun Semerkant'tan geldiğini söylüyor: "Belki bazıları Kazak, Kırgız veya Başkurt'tu. Ama çoğu Özbekti."

Nazilerden, aç Özbeklere bir somun ekmek

Reiding'in ortaya çıkardığı bir diğer şey de Orta Asyalıların kamptaki diğer herkesten daha kötü muamele gördüğüydü: "Kamptaki ilk üç günlerinde etrafı dikenli telle çevrili açık bir alanda tutularak aç bırakıldılar. Alman bir film ekibi, barbar 'insan altı varlıkların' yemek için birbiriyle kavga ettiği anı çekmek için hazırlanıyordu. Propaganda için bu filme ihtiyaçları vardı. Sonunda Naziler aç Özbeklerin arasına bir somun ekmek attı. Ama hiç beklemedikleri bir şekilde içlerinden biri ekmeği eline alarak bir kaşıkla eşit parçalara böldü. Diğerleri de o sırada sakince bekledi. Kimse kavga etmedi. Sonra da eşit şekilde bölünmüş ekmekleri paylaştılar. Naziler hayal kırıklığına uğramıştı."

Ama esirleri daha kötü şeyler de bekliyordu.

"Özbeklere diğer esirlere verdiklerinin yarısı kadar gıda veriyorlardı ve onlara yardımcı olmaya çalışan biri olduğunda bütün kampı cezalandırıyorlardı. Yemek artıklarını ve patates kabuklarını yediklerinde Naziler onları 'domuzların yiyeceği şeyi yiyorsunuz' diyerek dövüyordu" diyor Özbek tarihçi Bahodir Uzakov. Yakınlardaki Gouda kentinde yaşayan Uzakov da Amersfoort kampının tarihiyle ilgili araştırmalar yürütüyor.

'Düzenli olarak dayak yediler'

Kamptaki gardiyanların itirafları ve kamptaki diğer esirlerin tanıklıklarını arşivlerden çıkartan ve bunlarla 2015 yılında bir kitap yayınlayan Reiding, kampta Özbeklere taş, kum veya kütük taşıma gibi en kötü işlerin verildiğini, düzenli olarak da dayak atıldığını ortaya koydu.

Gördüğü en şok edici hikayelerden biri ise kampın Hollandalı doktoru Nikolaas Van Nieuwenhuysen'in bir eylemiydi: "Kamptaki Özbekleri, ölen iki arkadaşlarının kafalarını kesip kafataslarını tamamen temizleninceye kadar kaynatmaya zorlamış. Sonra da bu kafataslarını çalışma masasına yerleştirmiş. Tam bir delilik!"

Aç ve çelimsiz kalan Özbekler yakaladıkları sıçanları, fareleri ve buldukları bitkileri yemeye başlamış. Aralarından 24'ü 1941'in sert geçen kışını çıkaramadı. Kalan 77'sine ise çalışmak için çok güçsüz kaldıkları için ihtiyaç duyulmadı.

Bu yüzden 1942 senesinde bir Nisan sabahı "İklimi size daha uygun olan Güney Fransa'ya gönderiliyorsunuz" denilerek kamptan çıkarıldılar. Ancak götürüldükleri yer Güney Fransa değil, kampın hemen dışındaki ormandı. Burada kurşuna dizilerek infaz edildiler ve bir toplu mezara gömüldüler.

'Kaçmaya çalışanlar vuruldu'

"Bazıları ağlamaya başladı, diğerleri el ele tutuşarak ölümle yüzleştiler. Kaçmaya çalışanlar ise askerler tarafından kovalanarak vuruldu" diyor kampın gardiyanları ve şoförlerinin tanıklıklarını anlattıkları belgelere ulaşan Reiding ve ekliyor:

"Müezzinlerin insanları namaza çağırdığı, pazaryerinde rüzgârların kum ve tozlarla dans ettiği ve sokakları baharat kokan şehrinizden 5 bin kilometre uzakta olduğunuzu hayal edin. Onların dilini bilmiyorsunuz, onlar da sizin dilinizi bilmiyor. Ve bu insanların size niye hayvan gibi muamele ettiğini asla anlamıyorsunuz."

Bu esirleri teşhis etmek için çok az bilgiye sahibiz. Naziler Mayıs 1945'te kaçarken kamp arşivlerini ateşe verdiler. Geriye yalnızca adı bilinmeyen iki kişinin yüzlerinin gözüktüğü bir fotoğraf kaldı. Hollandalı bir esirin kalemle çizdiği dokuz portreden yalnızca ikisinde resimdeki kişinin adı yazılmış.

"Adları yanlış yazılmış ama kulağa Özbekçe gibi geliyor" diyor Reiding: "Biri Kadiru Xatam ve diğeri Muratov Zayer diye yazılmış. İlk kişinin doğru adı Hatam Kadirov, ikincisi ise Zair Muratov olmalı."

Resimlere baktığımda Özbekçe isimleri ve Orta Asyalıların yüz hatlarını anında fark ediyorum. Tek kaşlar, melez yüz özellikleri… hepsi benim ülkemde güzel bulunan şeyler.

Bu genç erkekler 20'li yaşlarının başlarındaydı, belki de daha genç. Muhtemelen anneleri onlara uygun bir gelin bakmaya başlamış, babaları düğünlerine kadar besleyip büyütmek için bir dana almıştı, araya savaş girmeden önce.

100 bin Özbek kayboldu

Bu kişilerden bazılarının benim akrabalarım da olabileceğini idrak ediyorum. İki büyük amcam ve eşimin dedesi savaştan geri dönmemiş. Bana amcalarımın Alman kadınlarla evlenip Avrupa'da kalmayı tercih ettiği söylenirdi. Ninelerimin kendilerini avutmak için uydurdukları bir hikaye. Gerçek ise savaşa giden 1,4 milyon Özbek'in üçte birinin geri dönmediği ve 100 bininin de kaybolduğu.

Amersfoort'ta yaşamını yitiren 101 Özbek'ten adı bilinen ikisi dışındakilerin teşhis edilememesinin çok nedeni var. Bunlardan biri Soğuk Savaş. İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından başlayan Soğuk Savaş, Batı Avrupa ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ni ideolojik düşmanlar haline getirdi.

Bir diğer neden ise Özbekistan'ın 1991'de bağımsızlığını kazanmasının ardından Sovyet geçmişini unutma kararı alması. Savaş gazileri artık kahraman statüsünde değil. Her ne kadar ülkenin yeni devlet başkanı Şevket Mirziyoyev geri getirileceğini söylese de, savaşın ardından 14 yetimi evlat edinen bir aile anısına dikilmiş bir heykel başkent Taşkent'ten kaldırıldı.

Özetle, yıllar önce Sovyet ordusundayken kaybolan askerlerin izini sürmek Özbek hükümeti için bir öncelik olmadı. Ama Reiding, bu Özbeklerin isimlerinin ülkenin arşivlerinde bulunabileceğini düşünüyor ve ekliyor: "Savaşta ölmeyen veya öldüğünden haber alınamayan askerlerin belgeleri yerel KGB birimlerine gönderilirdi. Bu 101 kişinin bilgileri de muhtemelen Özbekistan'da. Eğer onlara erişebilirsem bu 101 kişinin bir kısmını bulabilirim."



Rustam Qobil, 11 Mayıs 2017
BBC Özbekçe Servisi, Amersfoort
SB'nin NOTU: Özbekçe diye bir dil yoktur. Ona ancak Özbek Türkçesi denir.





EK:


‘Savaşın başlangıcında 101 asker Rusya’dan Hollanda’ya getirilir. Askerler Smolensk Muharebesi’nde esir alınırlar. Uzun ve yorucu bir tren yolculuğu sonucu 1941 yılının Eylül ayında Amersfoort’a ulaşırlar. Almanların amacı, Hollandalılar'a Özbek asıllı Rus askerlerinin ne kadar vahşi ve aşağılık yaratıklar oldukları, göstermekmiş. Ancak bu propoganda ters tepmiş. Açlıktan ölüm noktasına gelen askerlere bir tane ekmek verilmiş, Almanlar askerlerin ekmek için birbirlerini yiyeceklerini bekliyorlarmış. Askerler tam tersine kendilerine verilen bir ekmeği küçük parçalara ayırarak kardeşçe paylaşmışlar. Esir askerler kampta çok ağır işlerde çalıştırılmışlar. Yorgunluktan ellerindeki kum torbası yere düşünce, işkence görmüşler, ceza almışlar. Bu ağır şartlar altında, açlık ve hastalık nedeniyle, Nisan 1942’de 24 asker ölmüş. Geriye kalan 77 asker Almanlar tarafından sürgün edilirler. Ancak bu askerlerde 9 Nisan sabah erken saatlerde (06.30) kurşuna dizilerek öldürülürler. Özbek askerlerin Hollanda kampındaki dramatik hayatı böylece sonlanır’.

2016-basın


Remco Reiding'in kitabı : "Kind van het ereveld" (Onuru gömülen Çocuk) : «Дитя поля славы» 
Belgesel (Video) NL dilinde ;  TV Program konuğu; Remco Reiding NL dilinde.




ENG:

Book of Remco Reiding : "Child of the Field of Honour"


They had been captured near Smolensk in the first weeks after the German invasion of the Soviet Union, and transported to the German-occupied Netherlands for propaganda purposes.

"They handpicked the Asian-looking prisoners and wanted to exhibit them to the Dutch, who resisted Nazi ideas," says Reiding.

"They called them untermenschen - inferior people - and hoped that once the Dutch saw what the Soviets looked like, they would join the Germans."

Most were from Samarkand, says Reiding. "Maybe some of them were Kazakh, Kyrgyz or Bashkir. But the majority were Uzbeks." - link BBC




SB: 
Kazakh - Kyrgyz - Bashkir and Uzbeks are Turkish Tribes.
So, remember that they are not Soviet Russians.







25 Mayıs 2017 Perşembe

Türk Dünyasını Temsil Eden Halı





Tüm Türk Dünyasını Temsil Eden Halı (2016)
Bakü-Azerbaycan

This Carpet Represents the Whole Turkish World
Knotted in 2016 - Azerbaijan












1. Uluslararası Türk Dünyası Ortak Dili: Nakışlar Sempozyumu
Bakü - Azerbaycan











TÜRK







20 Mayıs 2017 Cumartesi

Finlandiya Türkleri - Mişer Tatarları




"Yaklaşık 450 yıldır Rus hakimiyeti altında bütün maddi ve manevi varlıkları yağmalanmış olan Tatar Türkleri herşeye rağmen bugün Türk dünyasının en önemli temsilcilerinden biri olarak varlıklarını devam ettirmektedirler. Mişer Tatarları da büyük Türk dünyasının Tatar grubu içerisinde varlığını sürdüren ve geçmişin aksine Tatar adını benimseyerek 
Tatar Türklüğü içerisinde yerini almış olan önemli bir Türk boyudur."
Dr. Ercan Alkaya





1800lü yılların ikinci yarısında Rusların Finlandiya'ya yerleştirdiği Finlandiya (Mişer) Tatarları, bugün varlıklarını korumaya devam ediyor.


Tarih boyunca Sürgün, işgal ve ekonomik nedeniyle sık sık yer değiştiren Tatarların, gittikleri her ülkede yöre insanı ve yerel devlet ile uyumlu, katkı yapan ancak kimliğini de muhafaza eden bir diaspora kültürü oluşturduğunu söylemek mümkün. Tatarlar, yaşadıkları coğrafyanın saygın ve yerli vatandaşları olurken, kökleri ve vatanları ile bağlarını asla koparmayan, Sürgün sonrası Kırım'a yeniden dönüş serüvenlerinde görüldüğü üzre, imkansızlıklar içinde direnç ve azimlerini asla kaybetmeyen kıymetli bir Türk topluluğu olarak, tarihimizde eşsiz bir yere sahipler.


Bunlardan en ilginci, şüphesiz Finlandiya Tatarları'dır. Özellikle Somalili, Suriyeli, Iraklı mülteciler ve onların getirdiği sosyal-ekonomik sıkıntılar nedeniyle aşırı sağın güçlendiği, siyasetin kızıştığı Nordik Ülkeler'de, Finlandiya Tatarları saygın bir azınlık olarak farklı bir hikayenin de mümkün olabileceğini gösteren bir örnek teşkil ediyorlar. Evren Küçük'ün "Finlandiya'da Türk Tatar Toplumu" makalesinde de işlendiği üzere, Finlandiya'daki Tatarlar buraya Nijninovgorod (Grokiy) vilayetinin Sergeç ilçesindeki küçük Mişer Tatar köylerinden   gelmişlerdir. Ruslar tarafından bölgeye yerleştirilen Kazan Tatarları, genelde kürk ticareti ile uğraşmışlar ve ciddi başarı göstermişlerdir. Finlandiya'nın bağımsızlığını takip eden dönemde, Rusya içerisinde kalan Tatar bölgeleriyle iletişimi kesilen bu Tatarlar, yerli kültüre de entegre olarak, "Finlandiya Tatarları" olarak anılmaya başlamışlar.


Cumhuriyetin ilk anlarından itibaren Sadri Maksudi, Yusuf Akçura gibi önde gelen Tatar simaların da etkisiyle, Finlandiya Tatarları Türkiye'den sürekli yardım alan Finlandiya Tatarları, bugün 1000 kadar nüfuslarıyla saygın yerlerini, dil, adet ve dinlerini koruyorlar. Yalnızca, öğretmen ve kitap malzemelerinin genellikle Türkiye'den gitmesi nedeniyle, konuştukları lehçe bugün Tataristan'da konuşulan Tatarca'dan çok, Türkiye Türkçesi'ni andırıyor, Kırım'ın Yalıboyu şivesine benzer biçimde. Bu küçük ancak ilginç Türk topluluğuna dair kişisel merakım ise, yıllar önce yalnızca "teaser"ını izlediğim ve "Finlandiya - Gardaşlarımız gelmiş" ibaresini gördüğüm bir belgesel ile başladı. 


Belgeselde ibareyi görünce, "kesinlikle Finlandiya Tatarları"dır diye düşündüm, yalnızca ismen, böyle bir grup olduğunu biliyordum, Litvanya (Lipka) Tatarları gibi. Fakat o dönemde, belgeseli bulup izlemem mümkün olmadı. Yıllar sonra bir "pazarlama" makalesi yazacakken, belgesele konu olan ticaret sergisine değinmek istedim, bu vesileyle de Finlandiya Tatarlarının kardeşlik gösterisini de izleyerek merakımı gidermiş oldum.


"Karadeniz" vapuru, cumhuriyetin ilk yıllarında hem ticari ilişkileri geliştirmek, hem de Türkiye'nin yeni yüzünü dünyaya tanıtmak için Avrupa'yı dolaşması ve Türk ürünlerini tanıtması öngörülen bir gezici sergi. Akdeniz'i, Manş'ı ve Baltık'ı geçerek Finlandiya'ya, oradan Leningrad'a kadar uzanan yolculuğunda, başından yüzlerce macera ve tatlı anı geçmiş, erken dönem cumhuriyet tarihinin en ilginç motiflerinden biri. Bu vapurun hikayesini anlatan ‘’Seyr-i Türkiye: Karadeniz’’  80 yıl sonra ardından Garanti Bankası ve Netherlands Culture Fund’un sponsorluğu ve Osmanlı Bankası Müzesi’nin katkılarıyla hazırlanmış.


Belgeselin konusu elbette ilginç, ancak Finlandiya'da, vapur yolcularını da şaşırtan bir başka ilginçlik yaşanıyor: Karşılamaya oldukça kalabalık bir kitle geliyor ve kitleden Türkçe sesler yükseliyor! Yolcuları, Finlandiya Tatarları "gardaşlarımız gelmiş" diyerek karşılıyorlar. Uzun bir yolculuk sonunda anadilinde selam duyan vapur yolcuları, şaşkınlık ve duygusallıklarını gizleyemiyorlar.


İnsanın aklına, Kazan Türk Esirlerine Muavenet Cemiyeti, Çilabi Türk Esirlerine Yardım Komitesi gibi organizasyonlarla, Rusya'da bulunan Türk esirlere destek için örgütlenen Tatarlar geliyor. Ve bize "uzaktaki kardeşimiz"i hatırlatan Mağcan Cumabayulu gibi, ne kadar engin ve güçlü bağlarla örülmüş bir ailenin üyesi olduğumuzu hatırlatan bu güzel insanlar, Finlandiya'da yaşamaya devam ediyorlar.


M. Bahadırhan Dinçaslan, 3 Şubat 2017
QHA Türkçe Sayfa Yayın Yönetmeni




Her yıl 20 Mayıs'ta şehitlerini anıyorlar


 Merchant and Writer: Hasan Hamidulla (1900-1988)
Mishar Tatars in Finland are Turkish Tribes, who speaks also Turkish




* * * 



Eşsiz deha, büyük Atatürk’ün Türk turizminin ilk adımını attığını biliyor musunuz?
Hasan Aslan makalesi (2014)


Karadeniz Vapuru'nda öğle yemeği yerken, Mudanya. (13 Haziran 1926)
  Atatürk, geminin hatıra defterine şunları yazmıştı: 
“Sergi, başarıya ulaşmış bir eserdir. Bende gayet iyi izlenimler meydana getirdi. Sunuş tarzı çok iyidir. 
Hazırlayıcısını takdir ve tebrik ederim.”






Vapurun yolcuları arasında 3’üncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın oğlu Refi Bayar, Anadolu Ajansı’nın kurucularından şair Kemalettin Kamu, İstiklal Marşı’nın bestecisi Zeki Üngör, ilk Türk kadın gazetecilerden Bedia Arseven, ilk Türk kadın milletvekillerinden Mebrure Gönenç ve şair Orhan Veli Kanık’ın babası müzisyen Veli Kanık gibi isimler de yer almıştı...


"Vapurdakilerin heyecanı, Söğütlü yatının küpeştesinden mendil sallayarak vapuru selamlayan Mustafa Kemal'i görünce daha da arttı. Seyyar sergi fikrine başından beri destek veren Reis-i Cumhur için yeni ülkenin yüzü olacak bu vapur büyük önem taşıyordu."

"Karadeniz'in ülkeden ayrılma vakti gelmişti. Önlerinde uçsuz bucaksız ufukta onları Türk vapurlarının hiç seyretmediği denizler, ilk kez demir atılacak limanlar, görülmedik ülkeler beliyordu. Yapılan onca hazırlığa rağmen yolculuk boyunca kimi sıkıntılarla karşılaşacaklardı. Planlanan güzergah üzerinde bazı rotaların haritaları dahi yoktu. Seyyar sergi bilinmezlerle dolu bir yolculuğa çıkıyordu. Avrupa macerası başlıyordu."




Ziyaretçileri üç-dört çeşide ayırmak mümkündür. Bunlardan bir grup, Barselona'da yerleşmiş olan Türk tebaası Musevileridir. Musevi vatandaşlarımız bize bir de ziyafet verdiler. Bu ziyafette hem lafız hem de mana itibariyle ehemmiyetli bir de nutuk söylediler. Nutuklarında, Türkiye'ye Meşrutiyet demelerinden, ziyafet sonrasının üzerine 'Barselona'daki Osmanlı Kolonisi' diye yazmış bulunmalarından anlaşılıyor ki bu vatandaşlarımızın yeni Türkiye'den haberleri yok. Musevilerin Osmanlı İmparatorluğun yıkıldığını ve yerine Türkiye'nin kurulduğunu o akşam öğrendiklerini söylediler.

Marsilya'da büyük bir ilgi ile karşılanmasına rağmen, dönüşte tekrar uğrayacağına söz verir. Fakat Türkiye'den gönderilen uyarı telgrafının geç gelmesiyle, Marsilya'da Ermenilerle beraber Fransızlar protesto eder. Gerekçe ise Bozkurt-Lotus davasıydı.

Paris'te Eyfel kulesine çıkıp ezan okuyan Özbekler tekkesi Şeyhi Ata Efendi....

Londra'da 6 gün içinde 25 bin ziyaretçi...

Amsterdam'a giderken kılavuz kaptan herkesin bizi sabırsızlıkla beklediğini söyledi. Çünkü, Karadeniz Vapuru, Wilis olarak 1905'te bu ülkede inşa edilmişti.

Hamburg; Lütfi Kaptan yabancı olmadığı bir limana demir atmıştı... Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra 1800 Alman esirini Akdeniz vapuruyla İskenderiye'den alarak vatanlarına kavuşturmuştu.

Helsinki - Finlandiya : Vapuru karşılayanların arasında Türkçe seslenenler vardı, Karadeniz vapuru şaşkındı. Karadeniz Vapuru'nu ilk kez yüksek düzeyde bir devlet görevlisi tarafından ziyaret ediyordu; Finlandiya Dış İşleri Bakanı... Vapura  binen ziyaretçiler "Gardaşlarımız gelmiş..." diyerek sarılıyorlardı. Bunlar yıllar önce Rusya'dan sürülen Kazan Türkleriydi.... 

Leningrad'ta 100'e yakın Sovyet görevlisi bindi. Fotoğraf makineleri toplandı ve telsiz dairesinin kapısı mühürlendi. Kasadaki para sayıldı ve kayıt altına alındı. Gemi personelinin ve heyetinin pasaportlarına el konuldu. Kentte dolaşmak için birer kimlik verildi. Leningrad bizi çok ta dostane bir şekilde karşılamamıştı... Sıkı denetim sadece vapurdakilere uygulanmıyordu, ziyaretçiler izin belgesi almak zorundaydı. Daha sonra bunun olağan uygulamalar olduğunu öğrendik. Karadeniz Vapuru ilk kez liman vergisi ödememişti ve hem Sovyet yetkilileri hem de halk büyük ilgi gösterdi. Sovyetlere göre sergiyi günde 9 bin kişi ziyaret etmişti. Leningrad Ticaret Odası 150 kişilik bir heyet onuruna davet verdi....

*

Bir beyaz vapur ki, temsil ettiği ülkenin nişanelerini koynunda taşıyarak, 86 gün boyunca Avrupa’da yol aldı.
Bir beyaz vapur ki, temsil ettiği cumhuriyet adına 12 ülkede 16 limana demir attı.
Bu beyaz vapur içindeki mütevazi ürünler, yeni kurulmuş bir cumhuriyetin kalkınması için, Avrupa pazarlarında kendine bir yer aradı. 
Bu beyaz vapur içindeki bir avuç insan, yeni kurulmuş bir cumhuriyetin aynası olmak için çabaladı. 
O vapur ki, kimilerince yerden yere vuruldu.
Kimilerince göklere çıkarıldı. 
Bazılarına göre yapılan onca emek, harcanan onca para heder oldu.
Bazılarına göreyse Avrupa’nın kafasındaki fesli, çarşaflı, bağnaz Türk imajı tarumar edildi.
O vapur ki, gittiği kimi ülkelerde izdihamla, kimilerindeyse ilgisizlikle karşılandı. 
En itibarlı günlerini, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden seyyar sergiyi taşıdığı yıllarda yaşayan, Karadeniz vapuru, ne yazık ki kendi sularında unutuldu. 
Ev sahipliği yaptığı seyyar sergi de aynı kaderi paylaştı. 
Sergi, dönemin gazeteleri dışında tarih sayfalarında kendine geniş yer bulamadı. 
Yolcularının teker teker yitip gitmesiyle anılardan da silindi gitti.
Bugüne kadar, Karadeniz seyyar sergisinden pek çok kimsenin haberi bile olmadı.

Cumhuriyetin 3’üncü yılında Türkiye’yi Avrupa’ya tanıtan sergi gemimiz 1951’de yok edildi.


2006 yılına ait belgeselin yönetmeni Soner Sevgili, müziğini Emre Irmak bestelemiştir.










ilgili:

"Kalevala, 19.yüzyıl epik şiir eseridir ve Elias Lönnrot Finlandiya'daki "TURKU" Kraliyet Akademisi'nde okumuştur. Ve KALEVALA şiirinde de "ATHI" ve "TYRYA (TURYA)" kelimeleri geçer." - KURT