1 Şubat 2015 Pazar

HAZAR ÇEVRESİNDE BİN YIL







L.N.Gumilov, Eski Türkler isimli eserinde "kendi tarih ve kimliğini bilmeyen bunun şuurunda olmayan hiç bir kültürün anlamı yoktur" diyerek, esasen tarih şuuru olmayan kültürlerin de geleceğinin olmadığına işaret etmektedir.

Üzülerek belirtmek gerekirse, tarih boyunca insanlığın kaderinde çok önemli bir rol oynamalarına rağmen, Türklerin tarih şuuruna yeterince sahip olmadıkları bir vakiadır. 

Mesela Göktürk İmparatorluğu'nun birinci hakanlık döneminde bu şuur yoktur, ama elli yıllık esaret devrinden sonra kurulan ikinci hakanlık döneminde bu şuur belirgin olarak ortaya çıkmış ve abidelerde gelecek nesillere de tarihi şuura sahip olmaları konusunda öğütler verilmiştir.

Bu öğüdü layıkıyla anlamayan daha sornaki kuşakların yönetici kadrosu, önce alfabesini, sonra yavaş yavaş kültür, dil ve töresini kaybederek öz benliğinden uzaklaşma safhasına girmiştir. Bu safha takriben 1200 yıllık bir dönemdir.

Etno-tarih açısından bakıldığıda bir tür kültür obskürasyonu diyebileceğimiz bu safhada Türkler tarafından kurulan ama yine başka bir Türk devleti tarafından yıkılan devletlerin isimlerini saymak bu kısa önsözün sınırlarını aşar. Fakat bu tarih şuur kaybının sonuçları, ancak yüzyıllar sonra gelecek kuşaklar üzerinde görülmüştür.

Özellikle Timur'un Toktamış Han'a indirdiği darbe ile Altın Orda yıkılmış; Ruslar önündeki set ortadan kalkmış ve bu olayın sonucu, birkaç asır sonra Orta Asya'daki Türk halklarının Rus boyunduruğu altına girmesi şeklinde kendini göstermiştir.

Keza Timur-Bayezit savaşının göstermelik sebepleri ne olursa olsun, perde gerisindeki asıl sebebin "en büyük kim?" sorusuna cevap bulmak olduğu inkar edilebilir mi?

Hükümdarların tarih şuuruna sahip olmadığı devletlerde halkların bu şuura sahip olmaları beklenemez.

Ahmet Yesevi, alen arap olması ihtimaline rağmen, ekmeğini yeyip suyunu içtiği halkın dil ve töresine saygı göstererek eserlerini Türkçe yazmıştır. Halbuki İbni Sina'nın, Mevlana'nın Türkçe yazmadıkları gibi, çevrelerinde Türkçe konuştuklarını gösteren herhangi bir kaynaklara da güvenilmez. Özellikle Mevlana'nın Selçuklu Devleti'nin resmi dilinin Farsça ilan edilmesinde rolü büyüktür.

İçimizden çıkan büyük şahsiyetlerin sadece iyi yönlerini göstermek güzel bir şeydir, fakat arada bir de tenkit ederek yanlışlarını göstermek gerekmez mi?

İbni Sina ve Mevlana gibi Türk halkının sunduğu nimetlerle idame-i hayat eyleyen kişilerin eserlerini yabancı dilde yazmaları, acaba gerçekten Türkçe'nin yetersizliğinden kaynaklanan bir vaka mıdır, yoksa onların içinde yaşadıkları toplumlara karşı bir tür saygısızlığı mıdır? Acaba Hz.Muhammed Arapça'nın dışında bir dil konuşsaydı veya Kur'an-ı Kerim ona başka bir dilde inseydi, Araplar onu bağırlarına basarlar mıydı?

Elinizdeki eser, özellikle Türk tarihiyle ilgili kısımları etno-tarih olaylarını değişik bir açıdan incelediği için sahasında büyük bir boşluğu dolduracak niteliktedir.


D.Ahsen Batur
HAZAR ÇEVRESİNDE BİN YIL
L.N.GUMİLEV - pdf